Bismillahi-r Rahmâni-r Rahîm
Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemîn ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ imâmi’l-enbiyâi ve’l-murselîn Elhamdullilah ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ Rasulillah.
Hamdin hakikati ve çeşitleri nelerdir?
Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e bu isim “hamada” fiilinden “övmek” manasına gelen kelime, kimden gelmektedir? Muhammed, Mahmûd ve Ahmed. Her biri “hamd”den gelmektedir fakat belirli anlamları ile.
İnsanlar içinden en iyi ümmet olarak seçilen İslam ümmeti meydana çıktığında, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“KIYAMET GÜNÜ İLK DİRİLTİLECEK OLAN BENİM,
BENDEN SONRA ÜMMETİM VE ARDINDAN İSE DİĞER ÜMMETLER DİRİLTİLECEKLERDİR.”
O (sallallahu aleyhi ve sellem) mahşer günü diriltilecek olanların ilki olacaktır ve hamd sancağını taşıyacaktır. O (sallallahu aleyhi ve sellem) en yüksek makam olan Makam-ı Mahmûd’a çıkacaktır. Bu durum ise çoğunlukla hamd ile alakalıdır. Bu nedenle hamdi anlayıp çeşitlerini bilmek zorundayız. Çünkü Allah’ın kendisi bizzat hamd etmektedir, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve tüm mahlukat da dahil hamd etmektedirler. Allahu Teala buyurmaktadır ki:
“HER ŞEY O’NU HAMD İLE TESBİH EDER. ANCAK, SİZ ONLARIN TESBİHLERİNİ ANLAMAZSINIZ.”
(İSRA, 44)
Her zerrenin yani atomun elektronları vardır. Elektronlar da hamd eder, nötron da hamd eder, proton da hamd eder. Bunlardan daha küçük ve daha büyük her ne varsa arş-ı âlâya kadar hamd ederler! Arş-ı âlâda, yerlerde ve göklerde her atom ve zerre Allah’ı hamd ve tesbih eder.
Allah’ın hamdi ile Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın hamdi ve tüm yaratılan mahlukatın hamdi arasındaki fark nedir?
Mahlukatın hamdinden bahsettiğimizde cinlerin ve insanların hamdlerini özellikle belirtmek zorundayız ve meleklerin hamdini de belirtmeliyiz. Bunların her birinin kendine özgü hamd şekli vardır.
Bu ne anlama gelir? Bunları ve aralarındaki farkı nasıl anlayabiliriz ve anlamalıyız?
Allah’ın kendine yaptığı hamd ile başlayalım.
Fatiha Suresinin ilk ayetinde buyurulan yani geçen hamdi değerlendirelim:
İbni Abbâs (ra) buyurmuştur ki: “Evrenin tüm sırları Levh-i Mahfûz’dadır. Levh-i Mahfûz’un tüm sırları ise yüz kitaptadır. Bu yüz kitabın sırları ise beş kitaptadır ve bu beş kitabın sırları ise Kur’ân-ı Kerîm’de toplanmıştır. Kur’ân‘ın sırları ise Fatiha Suresindedir, Fatiha Suresinin sırları ise Besmele’dedir.” Her kim “Bismillahirrahmânirrahîm”in sırrını anlarsa, o kimse tüm evrenin ve Levh-i Mahfûz’un sırlarını anlayacaktır. Fatiha Suresi “Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemîn” diye başlamaktadır. Bu YEDİ MESÂNİ de “Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemîn” cümlesi içindedir.
Allahu Teala, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a şöyle buyurmuştur:
“BİZ SANA YEDİ MESÂNİ VE KUR’ÂNİ’L-AZÎM’İ VERDİK.”
(HİCR, 87)
İşte Kur’ân’da böyle buyrulmaktadır. Bu Yedi Mesâni’nin adı “Hamd ve Kur’âni’l-Azîm”dir.
Bahsi geçen bu “Yedi Hamd” nelerdir? Bunları ise “Hâ-mîm”de ve genel olarak da “Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemîn”de izah ettik.
Şimdi ise gelelim kitapların anası olan Ummu’l-Kitâb’a ve içinde Zâtullah’tan Zâtullah’a olan, “Hamdu’z-Zâti li’z-Zât” olan hamda. Allahu Teala biliyordu yaratılan tüm mahlukatın asla O’nun verdiği nimeti kapsayacak ölçüde hamd edemeyeceklerini. Çünkü Allah Subhanehu El Azîz olandır. Peki O Subhanehu ne yaptı? Kendisine hamd etti ve şöyle buyurdu: “Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemîn.”
Bunun anlamı nedir? Allahu Teala, O Subhanehu tüm âlemler ve yarattığı her şey için rububiyetine yani terbiye ediciliğine ilişkin kendisine hamd etmektedir. Her zerre için Allah Subhanehu ve Teala kendisine hamd etmektedir. Çünkü bunların hepsini yaratan O’dur ve O‘ndan başkası yaratamaz, kuşatamaz. Onları O’ndan gayrısı ne duyar ne de rızıklandırabilir.
Bunu kim yapabilir? Sadece Allah!
Kim terbiye edebilir? Sadece Allah!
Kim bunları kuşatabilir? Sadece Allah!
Tüm yaratılanlara kim rızık verebilir? Sadece Allah!
Kim onlara her daim niteliklerini verebilir ve onları görür? Sadece Allah!
Demek ki Allah tüm mahlukatı, rububiyeti ve tüm sıfatları ile kuşatır.
Es-Semiî olarak hepsini duyar.
El Basîr olarak hepsini görür.
Er Râzık olarak, hepsine rızkını verir.
Bunun gibi tüm sıfatları ile vs. yarattıklarını kuşatmıştır.
Bu nedenle O Subhanehu ve Teala her daim bütün sıfatları ile, rububiyetin sırrı ile tüm mahlukata durmaksızın hazır ve nâzırdır. Rububiyetin anlamı eğiten, terbiyecidir. Bu terbiyenin manası O’nun her şeye kefil olduğunu gösterir, tıpkı insanın kendi ailesini ve çocuklarını terbiye ettiği gibi.
Fakat insan düşmanına aş vermeyeceği gibi, elinden gelse onun canını almak isterken, Allah Rab olarak tüm mahlukatı eğitir. Kendisine karşı savaş açsalar dahi onların rızkını esirgemeden verendir. Onların niteliklerini daima yaşatır. Onlar Allah’ın düşmanları olsalar da bu böyledir ve O’nun yerine bir puta, şeytana ya da put edindikleri Güneş‘e taparak şirk koşsalar dahi bunu yapar. Yine de onların Rabbi olarak onlara her şeyi vermeye devam eder.
Bu nedenle bunu O’ndan başka hiçkimse yapamaz, tüm mahlukatın Rabbi olan O Subhanehu ve Teala dışında kimse bu makama muktedir değildir.
O’dur El Azîz ve El Ganî olan, demek ki sadece ve yalnız Allah sıfatları ile her şeyi kuşatıp terbiye edebilendir ve O Subhanehu kendisine hamd etmektedir. Kendisine hamd etmesinin nedeni ise, O bilir ki mahlukatın hiçbiri Allah’ı sıfatlarıyla kuşatamaz, O’nun kendisinden başka hiç kimse. O Subhanehu bu kudrete sahiptir ve bu nedenle kendisine hamd etmektedir. Çünkü O istisnasız âlemlerin ve tüm mahlukatın Rabbidir. Hiç kimse bu rububiyete ortak olamaz. Buna muktedir olan sadece kendisidir.
Bu nedenle Allah’ın hamdi mutlaktır, yoğun ve noksansız “Hamdu’l Kemâlât”tır. Çünkü O’na karşı olanları dahi eğitir ve onlara yaşamaları için muhtaç oldukları her şeyi verir. O’dur rububiyeti ile her şeyi kuşatan. Bu özellik ise O Subhanehu’dan başka kimseye mahsus değildir, O’ndan başkasında yoktur. Allah’ın hamdi O’nun rububiyetine özgüdür ve Subhanehu’dan başka kimse bu özelliğe sahip değildir.
Buraya çok dikkat edin! Sen mahlukatı asla kuşatamayacağın için, bu hamdi de asla yapamazsın. Bu bütüncül hamdi ancak her şeyin Rabbi olan yapabilir, O ise Allah’tır.
Sen sınırlı bir mahluk iken nasıl tüm mahlukatın yerine O’na bu hamdi yapabilirsin ki? Öncelike onların hepsini tanıyor olman gerekir ve mahlukatta bulunan her zerreyi ki, her birinin namına onlar için Allah‘a hamd edebilesin. Oysa bunu hiçkimse yapamaz.
Bu nedenle rububiyetin hamdi mutlaktır, mutlak bir hamddir. Oysa Allah namazda olduğumuzda, yani O’nunla bağlantıda olduğumuzda bize bu onuru verdi. Her gün, günde beş defa, her rekâtta, hem farz, hem nafile namazında Fatiha Suresini okuduğumuzda “Elhamdulillahi Rabbi’lâlemîn” demekteyiz. Bu seni Allah‘a yaklaştırıp, O’nunla iletişime girmeni sağlar. Fatiha Suresindeki bu hamd seni Allah’a yaklaştırıp O’nunla bağlantıya geçmeni sağlıyorsa, demek ki sen kendi namazında O’nun hamdini tesbih ediyorsun. Bu senin için bir yüceltmedir ve Ümmet-i İslam için büyük bir onurdur.
Çünkü hamd edenlerin imâmı senin Rasulündür (sallallahu aleyhi ve sellem). O Ahmed’dir, hamd edenlerden en çok hamd edendir. Bu nedenden dolayı El-Fatiha, “Kitabın Anası” olarak anılmaktadır. Yani Levh-i Mahfûz’un anasıdır, dünyanın ve ahiretin anasıdır. Çünkü içinde Besmele geçmektedir. Bazı imâmlar -İmâm Malik ve İmâm Hanefi dışında- Besmeleyi ayet olarak değerlendirmemektedirler.
Fatiha Suresi ayet olarak geçmektedir ve Besmele de ayettir. Tüm evrenin sırrı Besmeledir ve Fatiha Suresindedir. Yedi Mesâni ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın yedi hamd çeşitleri de Besmelededir. Rabbu’l-âlemîn’in mutlak hamdi olarak, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ı tüm mahlukata “Ahmed” İmâmu’l-Hamîd olarak üstün kıldığı ile. En çok hamd eden olarak ve mahşer günü hamd sancağını taşıyacak ve insanlar arasında dünyada Ahmed, Muhammed olarak anılan kimse olarak. Mahmûd ne demek? Gökte ve Arş-ı Âlâ’da meleklerin arasında ve Allah katında en çok öven kimse demektir. O’dur bu kul, çünkü Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:
“DE Kİ: EĞER RAHMAN’IN BİR OĞLU OLSAYDI, İLK KUL(O OĞUL) BEN OLURDUM.” (ZUHRUF, 81)
Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemîn’in sırrı ile ilk ‘hamd’ Allah’tan Allah’a dır ve Allah’ın rububiyet özelliğine ilişkindir.
Burada dikkat etmeliyiz! O rububiyet ve uluhiyet sadece Allah Subhanehu’ya aittir. Çünkü O tüm mahlukatın Rabbidir. Her şeyi yaratan ve veren O’dur. Sana her şeyi veren, sana hâkim olan, seni yaratan, Kâdir olan, sana emir veren ve kendisine itaat etmek zorunda olduğun sadece Allah’tır.
Eğer bu böyle ise, peki Allah’a değil de şeytana, puta, Güneş‘e tapan ya da hiçbir şeye ibadet etmeyenlerin durumu nedir? Onlar kendilerine verilen akıl emaneti ile dalâlete düştüler ve emanete hıyanet ettiler. Gökler, dünya ve dağlar bu emaneti almamış ve kabul etmemiş iken, insan, cehaleti ve kendine zulmü ile bu emaneti kabul etti ve taşıdı. Bu nedenle emanetten kasıt insanın aklıdır. İnsanda iki türlü ubudiyet (kulluk) mevcuttur. Birisi Cebriyye ya da Kahriyye Ubudiyeti. Bu ubudiyetin delili ise Kur’ân’da şöyle geçmektedir:
“GÖKLERDE VE YERDE BULUNAN HER ŞEY (HERKES),RAHMAN’A KUL OLARAK GELİR.”(MERYEM, 93)
Bu âyet-i kerîmede “Ubudiyyet-i Cebriyye” veya “Kahriyye” yani “Zorunlu Kulluk” ifade edilmektedir. Bu kulluk bütün mahlukatı kapsamaktadır. İnsanî ve cinnî şeytanlar dahi bu zorunlu kulluk kapsamındadırlar. Allahu Teala herkesin ve her şeyin Rabbi olduğu için herkes ve her şey O’na isteyerek veya zorla kulluk etmek durumundadır. Bu durum öncelikle böyle biline. Yoksa müşrikler belki derlerdi ki: “O bize bütün nimetlerden verdiği halde, bakın biz O’na kulluk etmiyoruz. O bizden korkarak mecbur veriyor.”Ve Allah’a zayıflık ya da hakimiyetsizlik yakıştırmasında bulunabilirlerdi.
Hâşâ ki hâşâ. Kim bunu O’nun için diyebilir ki? Herkes istese de istemese de O’nun iradesine boyun bükmek zorundadır. Bu filmde iyilik veya kötülük rolünü seçme hürriyetini vermiştir gerçi, ama kim O’nun setinden çıkarak başka bir filme girebilir veya başka bir senaryoda rol alabilir? Tabir yerindeyse herkes bu filmde rol almak zorundadır; ama iyi ama kötü rol.
Bunun dışında bir de “Ubudiyyet-i İhtiyârî” (seçilen ve tercih edilen; kişinin iradesine bağlı kulluk) vardır. Bu kulluk insan ve cinlerin emanet olarak taşımayı kabul ettikleri akla dayanmaktadır. Allah’a kulluk yapmak ve O’na itaat etmek emaneti korumak anlamına gelmektedir. Bu durumda her iki kulluk çeşidini de yerine getirmiş oluruz.
Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemîn ki herkes ve her şey O’na isteyerek ve zorla kulluk yapmaktadır. Emaneti yerine getirenlere Rahîm tecellisi olacak, ama emanete hıyanet edenlere ise Rahman ve Rab tecellisi olacaktır. O kendi kendisine hamd etmektedir ve sen de O’na her namazın her rek’atinde, Fatiha’da O’nun hamdini zikretmektesin. Bu Ümmet-i İslam için bir şereftir. Rasulullah Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e ümmet olmak ayrı bir şereftir.
Mahlukatından hiçkimse o kapsamlı hamdin hakkını veremeyeceği için, kendisi bizzat yapmaktadır ki o hamd eksikliğinden dolayı mahlukatın yaratılmasında herhangi bir sorun olmasın. Ne yaratış konusunda ve varlığın devamlılığı konusunda, ne rızık konusunda mahlukatın hiçbir eksiği bulunmamaktadır.
Mahlukatın rızık taksim işi senin eline bırakılsa ne olurdu? Tümü değil mahlukatın küçük bir kısmının dahi rızkını temin ve tedarik edemezdin. Her mahlukun rızkını, ihtiyaçlarını ve himayelerini sadece O Subhanehu yapmaktadır, bu nedenle de hamd O’na mahsustur ve O’na mahsus olan hamdi de ancak O yapabilir.
Allah’ın hamdinden sonra ikinci hamd olarak Rasulullah’ın hamdi gelir. Rasulullah’ın hamdi birinci hamd olan Allah’ın hamdi altındadır ve o hamddendir. O durum Hamdullah’ın Nurullah’a tecellisidir ve Nurullah ise Rasulullah’tır. (Bu konuyu etraflıca “Kur’ân’daki Aydınlatılmış Evler” kitabımızdan okuyabilirsiniz. Arapça, Türkçe, Almanca ve Fransızca olarak yazılmış ve yayınlanmış, Arapça ve Türkçesi de basılmıştır.) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah’ın nurudur ve bununla birlikte ilk nur ve ilk kuldur. Bütün mahlukat o nurun içindedir ve o nurdandır. Allahu Teala’nın bir hadîs-i kudsîde buyurduğu gibi:
“GİZLİ BİR HAZİNEYDİM, BİLİNMEKLİĞİMİ SEVDİM VE HALKI YARATTIM.”
“Gizli Hazine”nin ortaya çıkma olayında kendisine ait olan o nur O’nun murâdı idi ve Hamdullah o nura tecelli etti, nur ise Allah’a hamd etti. Allah’a ilk hamdini yaratılan ilk abid (kul) olarak secde ederek yaptı. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hamîdlerin (hamd edenlerin) ve âbidlerin (ibadet edenlerin) ilk imâmıdır. Kur’ân’da buyurulduğu gibi O (sallallahu aleyhi ve sellem) “Nur”dur. Allahu Teala bir âyet-i celîlede şöyle buyurmaktadır:
“DOĞRUSU SİZE ALLAH’TAN BİR NUR VE APAÇIK BİR KİTAP GELMİŞTİR.”(MAİDE, 15)
İbni Abbâs (ra) buyurdu ki: “Kitap Kur’ân’dır ve nurdan maksat, Kur’ân’ın nuru ve Rasulullah’tır.” Evet Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın kendisi nurdur. O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah’tan nur ve apaçık (anlaşılır) bir kitap verilmiştir.
Bu nedenle O nur ilk hamdi yaptı ve hamd edenlerin imâmı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mahşerde hamd sancağını taşıyacaktır. Övülen makam olan Makâm-ı Mahmûd’u alacaktır.
Makâm-ı Mahmûd nedir?
Makâm-ı Mahmûd nerededir?
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın kendisi ilk nur olarak Makam-ı Mahmûd makamının kendisidir. İlk nur Rasulullah’tır (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Allah’ın hamdi O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) tecelli ettiği için, ilk hamdi ilk kul olarak Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) yapmıştır.
Allah’a olan bu hamdden dolayı Allah O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) sevdi ve yaptığı hamdi övdü, O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) övgüsünü övdü. Bu nedenle Allah tarafından Mahmûd oldu ve O Nur’dan tüm melekler, mahlukat, Levh ve Kalem vs. yaratıldı.
Allahu Teala Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın nurunu her mahlukuna, evrendeki her zerreye rahmet olarak gönderdi. Çünkü Allahu Teala şöyle buyurmuştur:
“BİZ SENİ ANCAK ÂLEMLERE RAHMET OLARAK GÖNDERDİK.”(ENBİYA, 107)
Bu nedenle Rasulullah Seyyidina Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) istisnasız tüm mahûkâta ve her zerreye rahmettir. Nedir o rahmet? O (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara tevhidi öğretti, Allah’ı tenzih etmeyi öğretti. Tenzih nedir? Tesbih ya da tenzihin anlamı Allah’ın münezzeh olmasıdır. Kimse O’nun nasıl ve nerede olduğunu söyleyemez, O’na niçin ve neden gibi sualler soramaz ve sorgulayamaz. Kimse onu hayal dahi edemez. O tahmin edebileceğimiz her şeyin üzerinde ve münezzehdir. Noksanlıklardan uzaktır. Aklın, idrak ve tavsifinden, dilin tasvir ve tarifinden uzak ve münezzehtir.
Fakat seni nasıl tanıyabiliriz Ya Allah?
O bize kendisini tanımlayabilmemiz, itaat ile kulluk edebilmemiz için sıfatlar verdi. Fakat Allahu Teala bu sıfatlardan da münezzehtir. Çünkü Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:
“ALLAH, ONLARIN NİTELENDİRDİKLERİ ŞEYLERDEN MÜNEZZEHTİR (UZAKTIR, YÜCEDİR).”(SÂFFÂT, 159)
Buradaki tarif mutlaktır. Bizler Allah’ın El Basîr olduğunu diyoruz. Bu nedenle O’nun da bizim gibi gözleri var ve bizi öyle görüyor diyebilir miyiz? Tabii ki hayır!
O El Basîr’dir, fakat O her şeyden münezzehtir, tahmin edebileceğimiz her şeyden ötedir, Subhan’dır. İnsan bunu aklı, idrakı, dili ile El Basîr’in ya da Es-Semiî’nin (her şeyi işiten), El Kadîr’in anlamına yönelik sınırlandırma getiremez. Birincisi bu sıfatlar bizim sıfatlarımız gibi anlaşılmamalı ve ikincisi ise Allah’ın Zât’ının, kendisini tanıyabilmemiz için bizim yararımıza yarattığı sıfatlarından da münezzeh olduğunu bilmeliyiz. Bunlar, sıfatlar sadece bizim O’nu tanımamız ve O’na kulluk yapabilmemiz içindir. Fakat O Subhanehu ve Teala bunların da üzerinde, her şeyden münezzehtir.
Fakat Rabbimize nasıl kulluk edebiliriz? Farklı bir şekilde kulluk edip O’na yaraşmayan bir biçimde O’na yakarmamamız için, O’na müracaat ve münacaat edebilmemiz ve kulluk edebilmemiz için bizlere, kendisine dair sıfatlar verdi.
Bu nedenle Âyetu’l-Kursî’nin sonunda, son ayetinde şöyle buyurmaktadır:
“ALLAHU LÂ İLAHA İLLA HUVE’L-HAYYU’L-KAYYÛM.” (Allah, yoktur ilah, illa O Hayyu’l-Kayyûm vardır.) Yine buyurmaktadır ki: “VE HUVE’LALİYYU’L-AZÎM.” (O El Aliyyu’l-Azîm’dir.) El Aliyy’nin anlamı: O en yüce ve en büyük olandır.
El Hayy: Hayat sahibi, mutlak diri olan. Evet, Allah da hayat sahibi ve diri insan da hayat sahibi ve diri. Buna rağmen “O’nun hayatı benim hayatım gibidir” diyemezsin ve dememelisin.
O’nun hayatı hayatlar yaratmakta ve öldürmektedir, fakat O ölmez. Onun hayatı hayat verir, kendisi ölmeksizin. O öldürür, fakat kendisi ölmez. Bu nedenle Âyetu’l-Kursî’nin sonunda Allah buyurmaktadır ki: “O El Aliyyu’l-Azîm’dir.” Dolayısı ile en büyük, okuduğunuz ya da idrak ettiğinizden de daha büyüktür, ister bu bilgi Kur’ân’dan ister herhangi başka bir yerden olsun. Hayır, O her şeyden ve hatta büyüklük anlayışından da daha büyüktür!
Fakat senin O’na, O’nun sana öğrettiği, bildirdiği bu sıfatlarla kulluk etmen gerekir. Bu sıfat Tevkifiyye’dir yani ne değiştirebilirsin, ne de çoğaltabilirsin.
Şimdi ikinci hamddeyiz, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın hamdinde.
Bunun üzerine Allahu Teala Rasulünü (sallallahu aleyhi ve sellem) ilk nur olarak tüm âlemlere gönderdi. Yani Allah’ın haricinde olan her şey için, Allah Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ı gönderdi. Allah neler için Rab ise Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onlar için rahmettir.
Allah buyurdu ki:
“YEDİ GÖK, YER VE BUNLARIN İÇİNDE BULUNANLARALLAH’I TESBİH EDERLER. O’NU HAMD İLE TESBİH ETMEYEN HİÇBİR ŞEY YOKTUR. ANCAK, SİZ ONLARIN TESBİHLERİNİ ANLAMAZSINIZ. O, HALÎM’DİR (MÜSAMAHALI), GAFÛR’DUR (ÇOK BAĞIŞLAYICI).”(İSRA, 44)
Tesbih nedir? Tesbih tenzih anlamına gelir, yani Allah’ın her şeyden münezzeh olup, idrak edebileceğin her şeyin üzerinde olduğu anlamına gelmektedir. Buradaki tesbih her şeyin özünde mevcut olan ubudiyettir. Demek ki yaratıklar hakikatte O’na hiçbir şeyi ilahlıkta ortak koşmamaktalar. O’dur Yaradan, mahlukatın ilahı ve her şeyden münezzeh olan Allahu Teala, elinle yaptığın bir put gibi nakıs değil, bilakis kemal sahibi Subhan’dır O.
Ömer bin Hattâb (ra) hurmadan put yapar ve acıktığında onu yermiş. Sonradan ise kendisi de bu duruma şaşkınlığını ifade etmiştir. Bu İslam’dan önceki bir durum idi. Bu noksanlıktır. Her şey Allah’ı tenzih etmektedir, dolayısı ile tesbih etmektedir. Yani her şey O’na İlah der ve O’na kulluk eder. Bu tenzih ve ubudiyete paralel olarak da Allah’a hamd eder.
Allahu Teala ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Yusebbihu bi hamdihi”
“O’nu hamd ile tesbih eder.” Demek ki paralel olarak, eş zamanlı Rablerine hem hamd ederler hem O’nu tesbih ederler. Kim tüm bu mahlukata Allah’ın uluhiyetini tesbih ve hamd şeklinde verdi ve öğretti? Elbette Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), çünkü O (sallallahu aleyhi ve sellem) tüm mahlukata rahmettir. Yaradanlarını tanıyıp, övgü ile ona hamd ederek durmaksızın itaat ile kulluk etmeleri için.
Bu nedenle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tüm mahlukatın içinde övülendir ve, çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ubudiyete, uluhiyeti ve hamdi getirmiştir. Eğer Allah bizzat Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a salavât yapıyorsa, O’nun melekleri de yapacak ve yapıyorlar. Allah buyurmaktadır ki:
“ALLAH VE MELEKLERİ PEYGAMBER’E SALÂT EDERLER. EY İMAN EDENLER! SİZ DE ONA SALÂT VE SELÂM EDİN.” (AHZAB, 56)
Eğer Allah ve melekleri Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a salavât ediyorsa, evrende bulunan her zerre de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a salavât ediyor anlamına gelir. Neden mi? Zira Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın üzerine salavât getirmek şu anlama gelir: O (sallallahu aleyhi ve sellem) mahlukata rahmet olarak uluhiyeti ve O’na hamdi öğretti. Eğer Allahu Teala salavât ediyorsa, tüm mahlukat da salavât etmelidir ve ediyor.
Demek ki Allah O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerine salavât yapıyor, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kendi üzerine salavât yapıyor ve tüm mahlukat da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerine salavât getiriyor. Allah’ın Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a salavâtı tecelli eder de Rasulullah’a en yüce hamdi yaptırır. Öyle ki O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat Makam-ı Mahmûd kılar. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın hamdi ise mahlukata tecelli eder de bütün mahlukat Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a salavât eder.
Tesbih, hamd ve salavât her zerredeki daimi pozitif enerji kaynağıdırlar. Tesbih, hamd ve salavât yapan bir insan kâinattaki o nurânî pozitif enerji halkasına dahil olur ve dolayısıyla negatif enerjilere karşı zırhlı bir hale gelir. Hatta insan diliyle bu mübarek kelimeleri söylemese de sadece aklından geçirse ve fikretse dahi aynı etki oluşur. Kişi bu sözleri söylemeyi ve şuur etmeyi unutursa kâinattaki o nurânî pozitif enerji dairesinin dışına çıkar. Sonra negatif enerjilerin hedefi haline gelir.
Bu şartları yerine getiren kişi ise ölmeden evvel o nurânî âlemde canlanır ve orada yaşar. O nurânî âlemde yaşadığı için artık başına gelen imtihanlar, ibtilalar ve belalar ona kolaylaşır. O şahıs ölüm kaygısı da çekmez, zira ölmeden önce dünya âleminde ölmüş ve o nurânî âlemde dirilmiştir. O nurânî âleme geçmiş insanın hali sanki ölmüş, dirilmiş ve cennete gitmiş insanın hali gibidir. Kederler onun umutlarını bitirmez, dertler onu tüketmez. Zira o artık Allah’ın maiyetindedir yani beraberliğinde. Allahu Teala’nın maiyeti cennetin ve lezzetlerinin üstündedir. Allah rızasının birinci neticesi Allah’ın maiyetidir ve ikinci neticesi ise cennettir.
Allah’ın maiyetini bulanlar yaratılmışlara bakmazlar. Zira Allah’ın yarattıkları ikinci derecededirler. Ancak dünyevi yaratılışları yani mahiyetleri o nurani âlem ile aralarında ince bir perdedir. Ancak ahiretteki yeni yaratılışta Allah’ın Zât nurunu görerek Allah ile konuşacaklardır.
Bu nedenle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) beşeriyetiyle bu duruma ulaşınca miraçta Allah ile görüşebildi. Görüşebilme haline gelene kadar şu evrelerden geçti: Önce mağaraya çekilerek TEFEKKÜR ve TEEMMÜL yaptı. İkinci aşamada yanına Cibrîl (as) gelerek O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) beşeriyetine sarıldı ve sonra da Allah’tan vahiy getirdi, yani “İkra” ile başlayan ilk Kur’ân ayetini belletti. Allah ismi bütün insanlık tarihi boyunca hiçbir yaratılmışa konulmadığı gibi Kelâmullah olan Kur’ân’da isim olarak hiçbir dilde, hiçbir şeye ve kimseye verilmemiştir. Kur’ân vahyinden sonra ise Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu ön hazırlıklardan sonra iyice nurâniyete gark olduktan sonra İsra ve Miraç yaparak daha doğrusu Allah tarafından yaptırılarak bizzat Allahu Teala ile görüşmüştür.
Necm Suresinin 9. ayetinde geçen “FE KÂNE KÂBE KAVSEYNİ EV EDNÂ.” Türkçesi: “İKİ YAY ARALIĞI KADAR, YAHUT DAHA AZ OLDU” ne anlama gelir? Hakikat ve hakikatin Rabbinin buluşmasının en son zirvesi. O (sallallahu aleyhi ve sellem) miraçtan döndü. O yaşadığı durumlardan sonra dünyaya gelerek normal hayatını sürdürdü. Biz de Kelâmullah okuyarak, hamd, tesbih ve salavât ederek O’na tâbi olacağız. Bizim bu ittibamız bizi nurânî âleme çekeceği için Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) miraçta yaşadıklarını inşaallah biz de o nurânî âlemde O’nun varisleri olarak yaşama imkanını bulacağız. Zira Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“ÂLİMLER, PEYGAMBERLERİN VARİSLERİDİR.” (EBU DÂVUD, İLM 1, (3641); TİRMİZİ, İLM 19, (2683); İBNİ MÂCE, MUKADDİME 17, (223))
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) miraçta “Kâbe Kavseyn”e ulaştı. Yaklaşanlardan biri Hâlık diğeri ise mahluk. Eğer dünya yaşamında o nurânî âleme geçerek orada peygamber varisleri olarak Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) miraçta yaşadıklarını yaşayamazlarsa ahirette yaşarlar ama yaşarlar. Rasulullah’ın miraçta ulaştığı yakınlık derecelerine cennette ulaşarak yaşar ve lezzetlenirler. O (sallallahu aleyhi ve sellem) cennette tabii ki daha fazla lezzet alacaktır. En üstün cennet derecesi ve katı olan Cennetü’l-Firdevs’e girsek ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın yanında bulunsak da O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) yüce makamından dolayı alacağı lezzet bizimkisinden farklı ve fazladır.
Zikrullah ile kalpler huzura ve sükuna erer ve mutmain olur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) üzere salavât ile de dünyada “Kâbe Kavseyn”e ulaşılır. Bir taraftan zikir diğer taraftan ise salavât. Salavât sılat kelimesinden gelir ve rahmet ve bağlantıdır. Allah bizi O’nunla salavât bağı ile bağlar.
Allahu Teala İnşirah Suresinin 4. ayetinde şöyle buyurmaktadır:
“SENİN ŞANINI YÜCELTMEDİK Mİ?” (İNŞİRAH, 4)
İşte salavâtta Allah’ın Rasulünü (sallallahu aleyhi ve sellem) yüceltmelerinden biri bu yüceltmedir.
Allah’ın Rasulullah’a salavâtı Rasulullah’a hamd olarak tezahür eder. O yansımanın sebebi nedir? Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hakikatte tüm mahlukata rahmettir. Bu sebepten O (sallallahu aleyhi ve sellem) adeta şöyle demektedir: “Sanadır hamd ya Rabbi, çünkü sen beni âlemlere yani tüm mahlukata rahmet olarak gönderdin, onların hepsine benimle, sana kulluk yapmayı ve hamd etmeyi öğrettin.”
Demek ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın hamdi, Allah’ın Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ı yükseltmesi ya da Allah’a yaklaştırması için değildir. O zaten el-Makamu’l-Mahmûd ile aynı yerdedir ve hatta o makamın bizzat kendisidir; O (sallallahu aleyhi ve sellem) övülme makamındadır, buradaki mesele başka. Bu satırlar o hamd ve o salavâtın nedenselliğini ve bağlantılarını izah etmektedir. Demek ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın hamdi, Nurullah olarak tüm mahlukâtın kendisinden yaratılmış olmasıdır ve onlara da tesbih ve hamdi (yani kulluğu ve övgüyü) öğretmiş olmasıdır. Bu mertebeye getirildiği için de Allah’a hamd etmektedir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın Allah’a olan hamdi, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın tüm mahlukata olan rahmetine yöneliktir ve onun getirdiği kulluk yani ubudiyeti Allah’a yönlendirmesi ve onlara Allah’a hamd etmeyi öğretmesine yöneliktir.
Bu nedenle tüm mahlukat Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın üzerine salavât etmektedir. Çünkü bu onlara öğretildi. Bu yüzden (sallallahu aleyhi ve sellem) övülendir. Göklerde Mahmûd en çok övülen, dünyada ise en çok öven Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’dir.
Mahlukattan dolayı ve bilhassa da ins ve cinlerden dolayı, çünkü onlara Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için Allah’a salavât etmeleri emredildi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlar ve cinlere rasul (elçi) olarak geldi. İnsanlar ve cinler kıyamette ya cennet ya da cehenneme gidecekler, zira iki zümre de hesaba tabi tutulacaklar ve cennete girebilmeleri için Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) şefaatine nail olmaları gerekmektedir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a yaklaşarak şefaatine ermeleri için, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın üzerine salavât etmeleri emrolundu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
“MAHŞER GÜNÜ BANA EN YAKIN OLACAK OLANLAR BANA EN ÇOK SALAVÂT GETİRENLERDİR.”
Yine buyurmaktadır ki:
“BANA SALAVÂT EDENE ALLAH DA SALAVÂT EDER. HER KİM BANA 10 SALAVÂT EDERSE, ALLAH ONA 100 SALAVÂT EDER VE ALLAH’IN 100 SALAVÂT ETTİĞİ KİMSEYİ, ALLAH CEHENNEM AZABINDAN MUAF TUTACAKTIR.”
Fakat öylesine ve sıradan sayı çoğaltmak salavatı değil, sevgi ve daim olan salavat ile salavât yapın. Sevginiz ve sünnetine tabi olmanız o salavâtınızın kanıtı olsun. Yapmayacağınız bir şeyi söylemekten sakınınız!
“Allahumme salli ala seyyidina Muhammed” demekle: “Ya Rabbi onun üzerine salavât yap” diyoruz. Biz O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) hakikatini tanımadığımız için O’nu tanıyan ve kadrini bilen Allah’tan O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerine salavât yapmasını istiyoruz.
Demek ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) üzere yapılan salavât O’nun ÂLEMLERE RAHMET olarak tüm âlemlere ubudiyet ve hamdlerini getirmesi ve belletmesi ile alakalıdır. Buna karşılık tüm mahlukat da O’na salavât ile karşılık vermiş ve vermektedir.
Öncelikle Allah ve melekleri Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerine salavât etmişlerdir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın hamdi o ayetle bağlantılıdır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hamdinde, Allah’a şöyle buyurmaktadır: “Elhamdulillahi Rabbi’lâlemîn.” Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a en büyük hamdi yapmıştır. Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem) hem Murâdullah’tır hem Nurullah’tır ve gönderildiği bütün âlemlere ibadet, hamd ve tesbihlerini belleten muallimdir.
Meleklerin salavâtı nedir? Melekler hamd ve tesbih ederler mi?
Onların varlığı yalnızca ubudiyet içindir. Ubudiyetleri ile Allah’a hamd ve tesbih ederler ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a salavât ederler. Melekler Nurullah’tan yaratılmışlardır; ne yer içer ne de hata yaparlar. Onlar ancak Allah’a ibadet ederler yani tesbih ve hamd ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a da salavât ederler. Eğer Allah Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a salavât ediyorsa, melekler de kendi varlıklarının sürekliliği için Allah’a hamd ve tesbih ve rasulüne (sallallahu aleyhi ve sellem) salavât etmek zorundalar. Kısacası melekler devamlılıkları için Allah’a hamd ve tesbih ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a salavat eder.
Allah’ın kendisine yaptığı hamdi, Rasulullah’ın Allah’a yaptığı hamdi ve insan ve cinlerin yaptıkları hamd ve tesbihi anlattık. Allah’ın Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a yaptığı salavâtı, meleklerin yaptıkları salavatı işledik ve şimdi ise her zerrenin Allah’a hamd ve tesbihini anladığımız kadarıyla anlatmaya çabalayacağız.
Tüm mahlukatın Allah’a olan hamd ve tesbihleri, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın onlara olan rahmetidir. Eğer Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın tüm mahlukâta rahmet olarak geldiğini görüyorsak her zerreye olan o rahmet neticesinde deriz ki: “Elhamdulillah, kulluğumuz sanadır ya Allah ve sen her şeyden münezzehsin ve hamd sanadır.” (Çünkü Allah hamd ile tesbihi birlikte buyurmaktadır). Neden mi? “Çünkü sen bize rahmetini gönderdin. Gönderdiğin bu rahmet neticesinde sana kulluk etmeyi ve hamd ile tesbih etmeyi öğrendik” diyorlar.
“YEDİ GÖK, YER VE BUNLARIN İÇİNDE BULUNANLAR ALLAH’I TESBİH EDERLER. O’NU HAMD İLE TESBİH ETMEYEN HİÇBİR ŞEY YOKTUR. ANCAK, SİZ ONLARIN TESBİHLERİNİ ANLAMAZSINIZ. O, HALÎM’DİR (MÜSAMAHALI), GAFÛR’DUR (ÇOK BAĞIŞLAYICI).” (İSRA, 44)
Allah’ın o gönderilen rahmete salavât ettiğini görünce yaratılanlar kendileri de o rahmetten ve Nurullah’tan var edildikleri için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a salavât getirirler. Bu nedenle O (sallallahu aleyhi ve sellem) bütün mahlukât içinde her mahluk ve her atom ve daha büyüğü ve daha küçüğü tarafından en çok övülen Mahmûd olmuştur.
“Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemîn”, cümle-i tayyibesinin kısaca izahı budur. Fakat buna ilaveten bir şey daha söylemeliyiz. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir insan ve peygamber olarak, Mekke’de yaşadığı felaketlerden sonra, Allah onu tesellî ve teserrî yapmayı murâd etti. Bunun üzerine Allah, Rasulüne isra ve miraç yaptırdı. Cibrîl de, Burak da bahane ve perde idiler. Allahu Teala buyurmaktadır ki:
“BİR GECE, KENDİSİNE AYETLERİMİZDEN BİR KISMINI GÖSTERELİM DİYE (MUHAMMED) KULUNU MESCİD-İ HARÂM’DAN, ÇEVRESİNİ MÜBAREK KILDIĞIMIZ MESCİD-İ AKSÂ’YA GÖTÜREN ALLAH NOKSAN SIFATLARDAN MÜNEZZEHTİR; O, GERÇEKTEN İŞİTENDİR, GÖRENDİR.” (İSRA, 1)
Bu isra ve miracı kim yaptırdı? Allah! Çünkü Allah’tan gayrı buna kimsenin gücü yetmez. Allah bu şerefi – belli bir yere kadar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a refâkat etmeleri için – Cibrîl ve Burak’a vermiştir. Cibrîl (as) bir yere kadar refâkat etti, ötelere ise sadece Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) gidebileceğini, kendisinin o noktayı geçemeyeceğini bildirdi. Çünkü Cibrîl Nur-u Rasulullah’tan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ise Nurullah’tan olduğu için o boyuta yalnız ve sadece O (sallallahu aleyhi ve sellem) geçebildi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dünyaya insan olarak gönderildi, ardından da peygamber olarak. Cibrîl (as)’i nur olarak gördüğünde O (sallallahu aleyhi ve sellem) titremişti, fakat zamanla Cibrîl (as)’in nuruna alışınca Cibrîl sürekli Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yanına gelmeye başladı. Öyle ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) beşeriyetiyle yaşarken kendisine bir gün vahiy geldi. Nurdan yaratılan Cibrîl geldi ve vahiy getirdi. O nur onu titretti, ateşini yükseltti ve hastalanmasına neden oldu. “Üzerimi ört” dedi.
Meleklerden gelen o nur Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) insanî bedenine karıştı. Zaman zaman Cibrîl Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e vahiy ile geliyor ve O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) o nurânî ortama alıştırıyordu.
O ortama iyice aşina olduktan sonra yani peygamberliğini gelen vahiy ışığında icra ederken son aşama da gerçekleştirildi, yani isrâ ve miraç. Sonuç ise Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) aslı ve makamı olan Makâm-ı Mahmûd. O’nun aslı nurdur. Subhanehu ve Teala’nın O nuru aslı ile karşılaştırması için Allah’a gitmesi gerekiyordu. Allah’ın nuru ile Nurullah’a. Bu ise O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) beşeriyetinden tekrar aslına olan bir terfi, yani miracı idi.
Bunun üzerine (sallallahu aleyhi ve sellem) tekrardan aklını Nuru’l-Evvel (ilk nur) olarak gördü.
Burada Allah ona İsra Suresinin 111. ayetinde şöyle buyurdu:
“VE DE Kİ: “HAMD, ÇOCUK EDİNMEYEN ALLAH’A MAHSUSTUR VE O’NUN MÜLKTE ORTAĞI OLMAMIŞTIR (YOKTUR). VE (O, ZİLLETE DÜŞMEZ) O’NUN, KENDİSİNİ ZİLLETTEN (KURTARACAK) BİR DOSTA (İHTİYACİ) YOKTUR.” O’NU TEKBİR İLE (ÜSTÜN KILARAK) YÜCELT(BÜYÜKLÜĞÜNÜ İFADE ET).” (İSRA, 111)
Bu İsrâ Suresinin son ayetidir. Ardından Kehf Suresi gelmektedir. Kehf Suresinin 1. ayeti şu sözlerle başlar:
“HAMD ALLAH’A’DIR Kİ O, KULUNA KİTAB’I (KUR’ÂN-I KERÎM’İ) İNDİRDİ. VE O’NDA, BİR EĞRİLİK KILMADI.”(KEHF, 1)
Kehf Suresinin ilk ayetindeki hamd Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın hamdidir. Daha önceki ayet ise İsra Suresinin son ayeti idi. Tedebbürle okuduğumuzda İsra Suresinin sonu ile Kehf Suresinin başı bağlantılıdır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Allah, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ı seyahat ettirdiğinde (isra ve miraç) Cibrîl (as) sadece belirlenmiş bir yere kadar refakat edebildi.
Oradan öteye ancak Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) gidebildi, zira O (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah ile Nurullah ile idi. Allah’ın Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a isra ve miraçta verdiği ikramlar neticesinde Allah O‘na (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Hamd et ve tekbir getir.” İsra Suresinin sonu Allah’ın Rasulullah’a olan o emrinden bahseder ve gelecek surenin (Kehf) hemen ilk ayetinde ise Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın Rabbinin emrini yerine getirerek ettiği “hamd” yer alır:
“HAMD ALLAH’A’DIR Kİ O, KULUNA KİTAB’I (KUR’ÂN-I KERÎM’İ) İNDİRDİ. VE O’NDA, BIR EĞRİLİK KILMADI.”
(KEHF, 1)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın hamdi, imâm ve Hâmid olarak, Allah’ın hamdinden sonra gelen hamd ile başlar bu ayet. Çünkü Allah O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) miraçta kendi hakikatini yani aslını, ilk nur oluşunu, hem bir tesellî hem bir teserrî olarak göstermişti. O‘na (sallallahu aleyhi ve sellem) hamd edip tekbir getirmesini emrettiğinde, O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) Kehf Suresinin sırrını açtı; fitneler ve Deccâl’e karşı bir kalkan olan Kehf Suresini her cuma okumak sevap olduğu gibi, geçmiş cumadan bu cumaya kadar ve hatta bir rivayete göre de gelecek cuma da dahil olmak üzere okuyan kimsenin günahlarının bu arada büyük günah işlenmediği sürece bağışlanmasına vesile oluşu vb. sırlar açıklandı.
Kehf Suresinin başı, fitne ve Deccâl’in şerrinden korur. Neden mi? Hadır (Hızır) (as) Kehf Suresindedir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın hamdine ilişkin içinde birçok sır barındırır. Tüm mahlukatın namına yapılan hamd, çünkü onları tanıyan O’dur (sallallahu aleyhi ve sellem). Allah O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) mahlukata rahmet olarak göndersin de O (sallallahu aleyhi ve sellem) gönderildiği mahlukatı tanımamış olsun, bu mümkün mü?!
Demek ki O (sallallahu aleyhi ve sellem) bütün mahlukatın varlıklarına vâkıftı ve hakikatlerini ve aslını biliyor ve tanıyordu, o bilinçle “Elhamdulillah” dedi. İlk ayet olan o hamd rahmet olarak gönderdiği tüm mahlukat adına ve kendi zâtının yaptığı hamddir. Allah O’na bu şeref ve dereceyi vermiştir.
Peki Makâm-ı Mahmûd derecesinin bizzat Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisi olması nasıl mümkün olmaktadır? Hayır, O (sallallahu aleyhi ve sellem) Makâm-ı Mahmûd’un da üstündedir. O övülen olmanın bizatihi aynı derecesindedir. Tüm kâinat ve mahlukat tarafından olduğu gibi Allah tarafından övülmektedir. Allah O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) salavât etmektedir.
Allah’ın O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) salavât etmesi O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) övmesidir. O’nun melekleri ve hatta tüm kâinat O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) salavât etmektedir. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Makâm-ı Mahmûd’un ta kendisidir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) miraçta kendi aslını görüp bildiğinde, Allah O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) adeta şöyle dedi: “Ey Habibim, hamd et ve tekbir getir. Şimdi olacakların hepsi senin için ve senin yanında önemsiz. Sen nerede ve kim olduğuna bir bak.” ve ardından kendisine bu hamdi verdi. Ahir zaman fitnesinden ve Deccâl’in şerrinden korunma verdi, azametin sırrını verdi. Dolayısıyla Kehf Suresinin değeri de buradan gelmektedir.
Bütün sure çok zengin özelliklere sahiptir, içinde ilk on ayeti çok özel ayrı bir özelliğe sahiptir ve ilk ayeti ise on özel ayet içinde bir ayrı özelliğe sahiptir. Deccâl ve Deccâl’in fitnesine karşı bir kalkan niteliğindedir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın da hamdi o surededir, Deccâl’e ve fitnelerine karşı koruma ve himaye o surededir.
O hamdin ayrıntıları ise Hâ-Mîm, yani Yedi Mesâni’de gelmiştir. Allah:
“BİZ SANA YEDİ MESÂNÎ VERDİK.” buyurmaktadır. Bu Yedi Hamd ve Kur’ân-ı Azîm anlamına gelmektedir. Hâ-Mîm ile başlayan her surede, ilk ayetini Hâ-Mîm olarak görürken, ikinci ayetinde ise Kur’ân ya da O’nun manasını (anlamını) göreceksin.
Yedi Hâ-Mîm’in anlamı Allah’ın Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a verdiği yedi Mesâni, Fatiha Suresinde geçen “Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemîn” ifadesinde mevcuttur. Zira hamd, Hamdullah’tan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a yansımıştır. Çünkü, Hamdullah’ın bir kısmı “Elhamdulillahi Rabbi’l- âlemîn” ifadesidir. Allah’ın hamdi ve onun yansıması Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a sirayet etmiş ve bundan dolayı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) O’na hamd etmiştir. O (sallallahu aleyhi ve sellem) ise tüm mahlukata hamdi öğretmiştir.
Çünkü hamd ilk O’na verilmişti, yani hazine O’nda olduğu için herkes hamdini O’ndan almaktadır. Tıpkı bir ülkenin bütün ekonomisinin hazineye bağlı olması gibi. İşte Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da böyledir. Yani O (sallallahu aleyhi ve sellem) öyle bir hazinedir ki herkes O’ndan karşılar ihtiyacını. Herkes rahmet olarak tesbihi ve hamdini yani ubudiyetini O’ndan almıştır.
Allah Yedi Mesâni; Yedi Hâ-Mîm yani Yedi Hamd ve Kur’ân-ı Azîm’i, kıyamete kadar mucize olarak tüm evren ve onu kapsayan her şey için vermiştir. Allah’ın kelamı kıyamette bizzat Allah’ın kendi sesinden duyulacak ve Rasulünün de (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’ân okuması duyulacaktır.
“MELEKLERİ DE ARŞ’IN ETRAFINI ÇEVİRMİŞLER OLARAK RABLERİNİ HAMD İLE TESBİH EDERLERKEN GÖRÜRSÜN. ARALARINDA HAK İLE HÜKÜM VERİLMİŞTİR VE “HAMD ÂLEMLERİN RABBİNE MAHSUSTUR” DENİLMİŞTİR.” (ZÜMER, 75)
Hemen Zümer Suresinin yukarıdaki son ayetinden sonra gelen sure yedi tane peş peşe “Hâ-Mîm” ile başlayan surelerin ilkidir ve Ğâfir (Mü’min) Suresidir. O yedi surenin birinci ayetleri “Hâ-Mîm” ile başlar ve ikinci ayetleri ise Kur’ân-ı Kerîm ile alakalı açıklamalardır.
Bu da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın hamdleri, Hâ-Mîm ile başlayan yedi sureye dağıtılmıştır. İşte bu hamd, Ahmed’e hamd edenlerin imâmı olarak verilmiştir.
Deriz ki: “Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemîn.”
Ve’s-salâtu ve’s-selâmu ala Seyyidina Muhammed, imâmi’l-enbiyâi ve’lmurselîn.
SALAVAT-I EL-KEVNİYYE EL-MAGDAVIYYE
Allahumme salli ve sellim ve bârik ala seyyidina Muhammedin ve alâ âli seyyidina Muhammed. Ve alâ cemî’il enbiyâi ve-l murselîn ve alâ âlihi-t tâhirîn ve-s sahâbetihi-t tayyibîn. Ve aleyna fi-l evvelîne ve fi-l âhirîn ve fi-l mele’il â’lâ mine-l ezeli ve li ebedi-l ebidîn. Bi hakîkatihi ve kadrihi ve mikdârihi indeke ya Aliyyu ya Azîm. Salâten min ledunke bike ve minke ve ileyke ve âlâ nebiyyike ve tuktablena indeke.

Allah’ın hamdini, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın hamdini, meleklerin (as) hamdini, tüm mahlukatın hamdini ve onların ne anlama geldiklerini öğrendik. Âlimler dediler ki: “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın hamdi makamını yükseltmek içindir, Allah’ın Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın üzerine yaptığı salavât ise O’nun derecesinin yükselmesi ya da O’na ve bize rahmet ve mağfiret içindir” dedikleri gibi değil. Hayır!
Bu bambaşka bir yönüyledir, hamdin ve salavâtın doğru manası izah ettiğimiz gibidir.
Allahu Teala en Yücedir ve en iyi Bilendir
Seyyid Magdy Dawoud