Kehf Suresi ayet 60’tan 82’ye kadar konu edilen Musa (as) ve Hadr (as) hikayesinin dikkatimizi çektiği hedef nedir?
Euzu Billahi Mineşşeytanirracim Bismillahirrahmanir Rahim
Velhamdulillahi Rabbil Alemin ves Selatu ves Selamu ala Seyyidina Muhammed İmamil Enbiya-i vel Murselin ve ala alihi-t Tahirīn ve Sahabetihi ecmain ve aleyna ve ala validine ila yavmiddin
Musa (as) ve el Hadır’ın hikayelerine bakalım ki inşaallah böylelikle amacı anlayalım ve izah edelim.
Öncelikle bu ismi açıklayalım. Hıdır veye Hızır değil doğru isim Hadr’dır. İsimden ziyade sıfattır, Sıddiyk veya Faruk gibi. Hayırlı olan, diri olan ve daima taze bulunan…anlamlarına gelir. Zira Allah katından aldığı Ledün ilmi sayesine aklı, fikri, zikri, ilmi, irfanı ve eylemleri daima taptaze idi.
Bu hikâye Kur’an’ı Kerim’de Kehf Suresinin 60. – 82. ayetlerine kadar olan bölümde yer almıştır. Bu hikâyenin bu surede yer almasından hemen sonra yani bu hikâyenin bitiminde Kehf Suresinin 83. ayetinden itibaren Zulkarneyn’in hikayesi yer almaktadır.
Yani bu hikâyenin sebebi hikmeti Yahudilerin Rasulullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) Zulkarneyn’i sormalarıdır. Mekke’li müşrikler Rasulullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) denemek istediler ve dolayısıyla (sallallahu aleyhi ve sellem) belirli sorular sordular. Arzın doğusuna – batısına – güneyine ve kuzeyine hükmeden Zulkarneyn’i ve Ashabu-l Kehf ’i sordular. Rasullah (ssallallahu aleyhi ve sellem) onlara: “Vahiy gelene kadar bekleyin” buyurdu. Zira ruh hakkında sorduklarında da hemen cevap vermemiş vahyi beklemişti. Sonra nerdeyse bir ay kadar Kendisine vahiy gelmesini bekledi ve gelen vahiy bütün bu soruların cevabını verdi.
Şimdi gelelim asıl meselemize yani el-Hadr ile Musa (as) hikayesine.
Bu hikayenin bazı kısımları sadece Yahudiler bilmekteydiler, başkaları bilmiyordu. O yüzden Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) el-Hadr (as) hikayesini onlara anlatınca vahiyle konuştuğuna güçlü bir delildi. İnanmak isteyenlerin inanmasını gerektirecek yeterliliğe sahipti. Bu hikâyenin vahyedilmesinin bir sebebi buydu.
Musa (as) Allah ile sürekli konuşurdu ve bir gün şöyle dedi:
“Ya Rabbi, dünyada benden daha çok şey bilen ve benden daha fazla ilim sahibi olan kimse var mı?” Allahu Teala cevap verdi: “Evet ey Musa, Bizim bir kulumuz var ki ona ilim doğrudan tarafımızdan verilir. Sende ona gidip kendisinden öğren.”
Bir başka sebep ise Musa (as) kendi kavmine şöyle demişti: “Ben ilim sahibiyim ve bu dünyada kimse benden daha fazlasını bilmez” veya kendi içinden böyle düşünmüştü. Ondaki yersiz bir kibir değildi peygamber olduğu için doğal olarak en fazla ilmin kendisine verildiğini düşündü. Allahu Teala da ona: “Vardır ey Musa, kullarımızdan bir tanesine ledünni (doğrudan Allah’tan olan, arada melek vasıtası olmadan) ilim verdik. Sen de ona git” dedi.
Musa (as): “O nerededir Ya Rabbi?” deyine Allah ona Kızıl Denize yani Mısır’ın Sina’sı ve Ürdün arasında denizin tuzlu su ile tatlı suyun karıştığı bir yere gitmesini söyledi ve “Orada bizim kullarımızdan birini bulacaksın. Ona git ve ondan öğren,” dedi.
Musa (as)’nın kendisine hizmet eden bir hizmetçisi vardı. Bu oğlan ise Yuşa ibn Nûn’dur (yani Nûn’un oğlu Yuşa). Bu çocuk ise Musa (as)’nın hizmet edeni idi. Musa (as) hizmetçisi olan bu çocuğa: “Yanımıza bir sepetin içinde balık alalım, pişirip yeriz. Lakin yolumuz uzundur” dedi. Aldılar ve birlikte yola çıktılar aynı Kehf Suresinin 60. ayetinde buyurulduğu gibi.
HANİ MÛSÂ, BERABERİNDEKİ GENCE ŞÖYLE DEMİŞTİ: “İKİ DENİZİN BİRLEŞTİĞİ YERE VARINCAYA KADAR
DURMAYACAĞIM, YA DA UZUN ZAMAN GİDECEĞİM.”
(KEHF, 60)
Kur’an’da uzun zaman olarak geçiyor, aslında doğru tercümesi devre veya çağdır yani “ya da çağ gideceğim” olması gerekiyor. Arapçada ‘huqba’ kelimesinin (70-80 yıl olarak hesaplanıyor) çoğulu ‘huquban’dır. Bunun karşılığı ise huqba kelimesi çoğul olarak geçtiği için en az 3 devre veya çağ bu da en az 210 seneye tekabül eder.
Onların Almanca ya da Türkçe tercümelerinde yazdığı gibi uzun zaman değildir.
Yani 200 sene yürüyecek olsam bile devam edeceğim ilim öğrenmek için değil 3 çağ da gidecek olsam. Buradan anlıyoruz ki o Musa (as) durmadan devam edecektir yoluna. Bu yol yürüyerek en az 210 sene sürse dahi yürümeye devam edecektir.
Buradan ne anlarız?
İlim öğrenmenin ne kadar önemli olduğunu gösterir bize. En yüksek makamda olan peygamber dahi ilim öğrenmek için, normal bir kul olan birisinin yanına gidiyor. Hem de yürüyerek ve en az 210 senelik yol olsa dahi. İlmin ya da bilim insanlarının kim ve nerede olduklarının hiçbir önemi yoktur. Ve şunu da anlarız ki her yüksek ilim sahibi kibirli değildir ve gurur yapmaz. Kim olursan ol ne kadar ilim sahibi olursan ol kibirli olmamalısın ve her şeyi bildiğini sanmamalısın. Lakin bazı bilinmeyen Allah kulları vardır ki onlara “Ledünni İlim” verilir yani direkt Allah’tan gelen ilim ve o ilim senin de ilminin üzerindedir.
Bu ayetten şunu da anlarız ki ilim için yolculuğa çıkmak gerekir ve insan o yolculuğu bir yol arkadaşı ile gerçekleştirmelidir. Bu yolculuğun süresi ya da fiyatı ne kadar olursa olsun bu yolculuğa çıkılmalıdır.
Peygamberlerin (as) şeriat ile ilerlediğini anlarız. Şeriat zahirdir yani şeriatın kanunları zahirdir, İnsanlara destek olmak için onları gözetmek için ve onların mallarını, hayatlarını, paralarını korumak için ve Allah’a kulluk etmek için vs…
Allah’ın peygamberlerine (as) vahyettiği kanunları vardır, peygamberler (as) ise bunu kavimlerine iletirler ki Allah’ı tanısın ve O’na kulluk etsinler ve aralarında bir düzen ve nizam ölçüsü olsun vs. diye.
Bu zahirde iyidir, bu şekilde olmak zorundadır. Mesela hırsızlık yapan ya da birini öldüren cezasını kanuna göre çekmek zorundadır. Fakat bu kanunların arkasında bir de batın yani görünmeyen ve gayb ile alakalı olan kanunlar vardır. Yani zahirî kanunlar vardır ve bir de onun ardında bâtınî kanunlar vardır. Bu bâtınî kanunların ise gayb ile alakası vardır. Tabii ki bu herkese verilmez zira hususidir. Allah’ın sevdiği özel kullar vardır. Allah onlara hususi olarak doğrudan öğretir. Burada özellikle altını çizmek istediğim bir gerçek var: Herkes vaktin peygamberi kapısından Allah’a varmalıdır. O peygamber onu Allah’a ulaştırırsa sonrasında o kimse ilmi direkt Allah’tan alır.
Gelelim Kehf Suresinin 61. ayetine:
“ONLAR İKİ DENİZİN BİRLEŞTİĞİ YERE VARINCA, BALIKLARINI UNUTTULAR. BALIK DENİZDE YOLUNU TUTUP KAYIP GİTTİ.”
(KEHF, 61)
Bu ayeti nasıl anlamalıyız?
Onlar uzun bir süre yollarına devam ettiler, uzun bir yol kat ettikten sonra iki denizin birleştiği yere vardılar ve balıklarını (kızarttıkları balığı) unuttular. Nasıl? O balık ise denizde yolunu tutup kayıp gitti yani yüzdü. Ayet o balığın doğrudan yüzerek gittiğinden bahseder. Kur’an’da bu şekilde geçmektedir.
Burada unuttular deniyor ama kim unuttu?
Normalde o balıkları yanına alıp bir sepette taşıyan Musa (as)’nın yanındaki gençti unutan. Ama o genci yöneten ve yönlendiren Musa(as)’dır. O yüzden o genci yöneten olarak onu gözetmesi gerekirdi. Yani o genci kontrol etmesi gerekirdi, her şey yolunda mı balığı aldı mı diye. Balıklar gençte olduğu halde Kur’an’ın hitabı ikisinin unuttukları yönündedir.
Bundan ne anlarız?
Grubun yöneticisinin ufak şeyleri bile gözetmesi gerekir, hiçbir şey unutulmasın diye. Tıpkı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın yaptığı gibi. Kendileri (sallallahu aleyhi ve sellem) sahabesiyle herhangi bir yerde toplandıklarında ya da bir yerde oturduklarında ve tekrar kalktıklarında ya da geri dönecekleri zaman atını alıp o yerlere gider kontrol ederdi ki acaba biri bir şeyini unutmuş olabilir mi diye. Çünkü onlardan mesuldü ve hepsini yönetendi.
O yüzden Allahu Teala bu ayette günah babında suçlamaz. Zira unutan sadece genç değil Musa (as)’yı da kastediyor unuttuğu için. İslam’da ise unutmak bir özürdür. O yüzden burada hedef balıkları sadece o gencin unuttuğunu anlamak değil. Allah burada ikisinin de balıkları unuttuğunu söylüyor. Bu ayetin üzerinde özellikle durmamız gerekir. Yani öğretmenin ya da yönetenin yani liderin dikkat etmek zorunda olduğunu bilmek gerekir. İkincisi ise Allah burada ikisine de bir işaret vermek istemiştir. Balık pişmiş olmasına rağmen sepetten atladı (onlar ikisi de deniz kenarındaydı) ve bir roket gibi suya atladı ve bir çizgi oluşturdu ve hızlıca gözden kayboldu.
Balık denize atladı ve onlara denizde bir yol açtı. Hadr bunu gördü fakat Musa (as)’ya buluştuklarında anlatmayı unuttu. Musa (as) balığın unutulmasından sorumluydu.
“ORADAN UZAKLAŞTIKLARINDA MÛSÂ BERABERİNDEKİ GENCE, “ÖĞLE YEMEĞİMİZİ GETİR, BU YOLCULUĞUMUZDAN DOLAYI ÇOK YORGUN DÜŞTÜK” DEDİ.”
(KAHF, 62)
Buradan anlıyoruz ki balıklar önceden pişirilmişti ve yemeye hazır vaziyetteydi. Onlar ilim için uzun bir yol kat etmişlerdi ve bundan dolayı yorgun düşmüşlerdi. Halbuki o ulul azim bir peygamberdi.
Gelelim Kehf Suresinin 63. Ayetine:
GENÇ, “GÖRDÜN MÜ? KAYAYA SIĞINDIĞIMIZ SIRADA BALIĞI UNUTMUŞUM. –DOĞRUSU ONU SANA SÖYLEMEMİ BANA ANCAK ŞEYTAN UNUTTURDU- BALIK ŞAŞILACAK BİR ŞEKİLDE DENİZDE YOLUNU TUTUP GİTMİŞTİ” DEDİ.”
(KAHF, 63)
Genç “onu sana söylememi bana ancak şeytan unutturdu” diyor. Bu ayetten anladığımıza göre genç balığın kaçtığını görmüştü ama onu Musa (as)’ya anlatmayı unuttu ve unutturanın şeytan olduğunu dile getirdi. Yani bilerek ya da isteyerek söylememezlik etmediğini ancak birden unutuverdiğini. Bu unutkanlığın sebebi olarak ise şeytanı gösterdi yani ona bağladı. Zira onun niyeti söylememek değildi, ancak şeytan ona, Musa (as)’ya söylemesini unutturduğunu ifade etti. Bu durumun kendi isteği dışında geliştiğini anlatmak istedi.
Ama işin doğrusu ona bunu unutturan şeytan değildi Allah’tı. Çünkü ikisi birlikte yola çıktılar ama işin içinde şeytan olsa bunu Musa (as) bilirdi ve bunu anlardı. Genç Musa (as)’ya kayaya varıp mola verdiklerinde balığın atladığını söyledi. O anda Musa (as) Allah’ın verdiği işareti anladı ve o yerin salih kulun yasadığı yer olduğunu anladı.
Kehf Suresinin 64. Ayeti ile devam edelim:
“MÛSÂ: “İŞTE ARADIĞIMIZ BU İDİ” DEDİ. BUNUN ÜZERİNE TEKRAR İZLERİNİ TAKİP EDEREK GERİSİNGERİ DÖNDÜLER.”
(KAHF, 64)
Yani, o işaret edilen yere varana kadar ayak izlerini takip edip geri dönüyorlar. Orada ise bu salih kulu arayacaklardı. Bakın ne kadar sorun ve yorgunluğa neden oldu.
Gelelim 65. Ayete. Allah burada onlarla ilgili ne buyuruyor? Onlar geri dönüp aradıklarında, el Hadr (as)’ı buldular.
“DERKEN KULLARIMIZDAN BİR KUL BULDULAR Kİ, BİZ ONA KATIMIZDAN BİR RAHMET VERMİŞ, KENDİSİNE TARAFIMIZDAN BİR İLİM ÖĞRETMİŞTİK.”
(KEHF, 65)
Allah burada ne buyuruyor?
Arapçada ‘abd’ yazıyor kul karşılığında. Abd kelimesi ise Allah katında en yüksek kulluk makamıdır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile ilgili İsra ve Miraç’ta, Mescidi Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gece yolculuğunu yaptığında
Allahu Teala “abdi (kulu) ile miraca yükselen Subhan’dır” buyurdu. Yani Allah burada abd (Kul) diyor. ‘Katımızdan bir rahmet verdik, kendisine tarafımızdan bir ilim öğrettik.’ Yani ‘Biz verdik’, ‘kendisine verildi’ değil. Bizden rahmet verildi buyuruyor.
Bu Kur’an lisanının mucizelerindendir. Allah’ın El-Muti (her daim veren) olarak verdiği nimetleri.
Eğer verdiyse bunun geri alınması olmaz. Aynı Davud (as)’da olduğu gibi ya da Süleyman (as)’da olduğu gibi. Süleyman (as) için:
“Biz ona nimetlerimizi verdik.” Buyurdu ve “Harca ya da hesapsız ne istiyorsan onu yapabilirsin, bu senindir.” Buyurdu.
Birine Allah tarafından bir şey verildiğinde:
“Tarafımızdan verildi” buyuruyor. Yani Bizim tarafımızdan ona bir rahmet verildi…tarafımızdan ilim verildi.
“Tarafımızdan verildi” hitabında verilen geri de alınabilir. Verilen ilim geride alınabilir ama “Biz ona verdik” buyurduğunda Allah geri almıyor. Kur’an’ı Kerim ifadelerindendir, “O mal, mülk verilmesini sağladı mı geri de alabilir.”
Yani verdiğinden geri alabilir ama verildiğinden geri alınmaz. Allah bu Ayette de böyle buyuruyor. “Tarafımızdan ona bir rahmet verildi.”
Kısacası BİZ VERDİK deyince geri almıyor ONA VERİLDİ, TARAFIMIZDAN VERİLDİ…gibi ifadeler olursa verilenler geri alınabilir.
Rahmet bütün nimetleri kapsar (kapatır). Kur’an rahmet olarak adlandırıldı.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) rahmet olarak gönderildi.
Kur’an’ı Kerimde, Kur’an’ın ismi rahmet olarak da ifade edilir. Zira RAHMET her şeyi kapsar.
“Ve kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” Allah’ın gayb ilminden verdiği kulları olayların zahirinden öteleri yani bâtınını da görür. Olayların hedefi, zamanını ve nasıl olacağını görür. Bu şekilde normal insanlar duvarı görürken onlar duvarın ardında olanı görür. Ne kadar süreceğini ve ne zamandan beri olduğunu bilir. Ne tür değişiklikler olacak, ne, ne kadar iyi ya da kötü olacak bilirler.
Evet eşya ve olayların görünmeyen tarafları yani bâtını sadece Allah tarafından verilen Ledünni İlim ile görülebilir. Bu Allah tarafından doğrudan verilen hususi bir ilimdir yani öğretilmez ve üzerinde çalışmak ile öğrenilmez, direkt Allah tarafından verilir. O yüzden zahir ve bâtın arasında ayırım yapmak gerekir. O nedenle zaten Musa (as) dayanamadı ve Hadr’ın yaptıklarına tahammül edemedi.
El-Hadr zaten ta baştan “sen bana dayanamazsın” diyor, Musa (as) dayanırım dediği gördüklerine dayanamayarak karşı çıkıyor ve aslında ikisi de haklı. İkisi de aslında kendilerine verilen ilim penceresinden bakarak olayları yorumlamışlardır.
Musa (as) Allah tarafından el-Hadr’a gönderildi. O yüzden de dayanmak zorundaydı. Dışardan gördüğü yani şeriata aykırı gibi görünene dayanmak zorundaydı. Eğer bunun ardındaki hakikati bilmiş olsaydı el-Hadr (as) gibi davranırdı. Ama o bunu görmüyordu.
Bunu anlayabilmek için burada bunu iyice kavrayıp sakince düşünmemiz gerekir. Eğer Musa (as) bunu bilseydi onunla tartışmazdı. Bu yüzden de şeriate göre, ehl-i batın ile ehl-i zahir’i birbirinden ayrı değerlendirmek gerekir. Bu kim olursa olsun. Burada bu hikâyeden bunu anlamamız ve öğrenmemiz gerekir. Bâtın yolu herkesin dayanabiliceği bir umumi yol değildir ancak zahiri ilim ve hükümler her mükellef akıl sahibinin anlayabileceği cinsten bilgilerdir.
Allah Musa (as)’ya:
“BİZ ONA KATIMIZDAN BİR RAHMET VERMİŞ, KENDİSİNE TARAFIMIZDAN BİR İLİM ÖĞRETMİŞTİK.”
(KEHF, 65)
El-Hadr (Hızır) nerededir?
El-Hadr her zaman var olan bir zattır, her dönem için o dönemin Hadr’ı vardır.
Yani Musa (as) zamanındaki Hadr bir kuldu ve her dönemde bir el-Hadr vardır.
Ulema onu o zamanın Hadr’ı diye adlandırdılar. Biri öldüğünde bir başkası gelir onun yerine.
Bazıları ise onu İsa (as) gibi göğe yükseltildiğini söyler.
Gelelim Kehf Suresinin 66. ayetine: Burada Musa (as)’nın el Hadr (as)’a
geldiğini ve onunla buluştuğunu anlarız.
“MÛSÂ ONA, “SANA ÖĞRETİLEN BİLGİLERDEN BANA, DOĞRUYA İLETİCİ BİR BİLGİ ÖĞRETMEN İÇİN SANA TABİ OLAYIM MI?” DEDİ.”
(KEHF, 66)
Bu ne anlama gelir?
Musa (as) tabi ki kendisinin Musa (as) olduğunu söyledi El-Hadr’a. Tabi ki O’da onu tanıyordu. Çünkü Musa (as) bir peygamberdi ve hatta ulul azim peygamberlerden idi.
Dikkat! Yani çok sabırlı ve ulul azim peygamber sadece 5 tanedir. Onlardan bir tanesin ise Musa (as)’dır. Kendisi bir kula gidip ona ‘sana tabi olabilir miyim’, yani senin peşinden gelebilir miyim?’ diye soruyor, seninle birlikte yol alabilir miyim? demiyor. Bu çok hassas bir meseledir.
- İlim öğrenmenin edebi .
- Üstada (öğretmene) olan edep.
Öğretmene karşı nasıl bir tavır sergilenir? O ulul azim peygamberlerinden bir peygamber olarak ona yani bir kula ‘sana tabi olabilir miyim’ diye soruyor. Yani senin peşinden gelebilir miyim…
Sadece bir şartım var, Erraşîd olan Allah’ın sana öğrettiklerinden öğret bana diyor. Musa (as) Hadr (as)’a hitap ederken her şeyi edeple söylüyor. Hal ve hareketi hikmet yani olgunluk ile, her şeyi yerli yerince söylüyor hikmeti ile doğru zamanda ve doğru yerde.
Öğrenmenin edebi, öğrencilik edebi, yani talebenin üstadına olan edebi ile el-Hadr’a hitap ediyor.
Ona ne diyor? “Ben sana tabi olacağım, eğer bana buraya bir çukur aç dersen açacağım. Bir ev yap dersen yapacağım hakeza…” Musa (as) ona “ben senin emrindeyim” diyor.
Mesela ona kendini öldür dese, bunu yapmalı mıdır? Evet! İşte bu şartla olur.
Allah Musa (as)’yı Hadr’a ilim öğrenmek için gönderdi, o yüzden Musa (as) bunu yapmak zorundadır.
Gelelim Kehf Suresinin 67. Ayetine. O ayette el-Hadr (as) Musa (as)’ya ne diyor:
“ADAM (EL-HADR), ŞÖYLE DEDİ: “DOĞRUSU SEN BENİMLE BERABERLİĞE ASLA SABREDEMEZSİN EY MUSA.”
(KEHF, 67)
Bakın, bir peygamber bir ulu-l azim peygambere demiyor bunu, hem de Allah ile konuşan bir peygambere. Bunu peygamber olmayan bir kul söylüyor bir ulu-l azim peygambere. Çünkü ne yapacağını anlıyor ve olacak olanları görüyor. Şeriatın kanunlarını görüyor ve şeriatın kanunlarının ardında olanları görüyor. Ne zaman ve nerede, neyin, nasıl olacağını dışarıdan şeriat ile bakılanların gördüklerinden bambaşka görüyor. Musa (as) sadece zahir olarak görüyor yani sadece Allah’ın kendisine verdiği ilimle. İşin içyüzünü göremiyor. Yani bunlar farklı ilim vukufiyetleridir. Musa (as) ile el-Hadr (as)m olaylara farklı zaviyelerden bakıyorlar. O yüzden Hadr (as) Kehf Suresinin 67. ayetinde Musa (as)’ya:
“SEN BENİMLE BERABERLİĞE SABREDEMEZSİN EY MUSA.”
Ona bir özür buluyor ve şöyle diyor:
Evet, ama ben senin özrünü bildiriyorum; Sen haberin olmayan bir şey için nasıl suçlu olabilirsin? Yani nasıl sabredebilirsin bilmediğin bir şeye?’
Edebe bakin! Ehli basiretin Lisanî edebi…
“İÇ YÜZÜNÜ KAVRAYAMADIĞIN BİR ŞEYE NASIL
SABREDEBİLİRSİN?“
(KEHF, 68.)
Musa (as) Allah tarafından gönderilmişti, peygamberlik ilminden daha fazlasını bilmek, öğrenmek istiyordu. Bu nasıl ve ne tür bir ilimdir… Bunun üzerine Musa (as) hemen cevap verdi:
“MUSA: İNŞAALLAH, DEDİ, SEN BENİ SABREDER BULACAKSIN. SENİN EMRİNE DE KARŞI GELMEM.”
(KEHF, 69)
Neden? Çünkü Allah tarafından gönderildi. Şeriat sahibi peygamber. “İnşallah beni sabreder bulacaksın ve senin hiçbir emrine karşı gelmeyeceğim” dedi.
Sana itaat edeceğim ve bana verdiğin emirleri yerine getireceğim dedi. Yani ikisi aralarında bir anlaşma gerçekleşti ve şartlar belirlendi.
Bu 69. ayette anlaşma yaptılar, Musa (as)’nın her daim sabırlı olacağına ve hiç bir emre karşı gelmeyeceğine, bütün emirlere hemen sorgusuz itaat edeceğine dair sözleştiler.
Ondan sonra Kehf Suresinin 70. ayeti gelir:
“O DA ŞÖYLE DEDİ: “O HÂLDE, EĞER BANA TABİ OLACAKSAN, BEN SANA SÖYLEMEDİKÇE HİÇBİR ŞEY HAKKINDA BANA SORU SORMAYACAKSIN.”
(KEHF, 70)
El-Hadr (as) tek bir şartı olduğunu dile getiriyor.
Gelelim Kehf Suresinin 71. Ayetine. Burada Musa (as)’nın bu şartı kabul ettiğini ve anlaşmayı imzaladığını anlıyoruz. Deniz kenarındalardı, peki Musa (as) ile birlikte yola çıkan genç neredeydi? Oda yanlarındaydı, Yuşa ibni Nûn da yanlarında idi yani hep beraberlerdi. Ama ona artık ihtiyaç yoktu.
Kur’an sadece ihtiyaç olan şeyleri dile getirir. Belirli bir yere kadar bir şahıştan bahseder sonra bahsetmezse o şahsın rolden çıktığı anlamına gelmez. Hikayedeki mesajlar için önem arzetmediği durumlardaki şahısları zikretmez. Ama o gencinde onlarla birlikte olduğunu ve onlarla birlikte her şeyi yasadığını, gördüğünü ve izlediğini bizim anlamamız gerekir.
Allahu Teala bir Kehf Suresinin 71. ayetinde şöyle buyurmaktadır:
“DERKEN YOLA KOYULDULAR. NİHAYET, BİR GEMİYE BİNDİKLERİNDE (HADR) GEMİYİ DELDİ. MÛSÂ, “SEN ONU İÇİNDEKİLERİ BOĞMAK İÇİN Mİ DELDİN?
DOĞRUSU, ÇOK ŞAŞILACAK BİR İŞ YAPTIN.” DEDİ.”
(KEHF, 71)
Bir yolcu gemisi görene kadar yollarına devam ettiler. Bu gemiye bindiler ve ayette geçen olay vuku buldu.
Bu ilk sınavdı…
Musa (as) sınava nasıl yanıt verdi? Şeriatle. Musa (as) kendine göre haklıydı. Başta söylediğimiz gibi şeriat insanları, haklarını ve mallarını korur. Geminin delinmesiyle birlikte o gemi sahibine zarar verilmişti. Bu durum o gemideki tüm insanların boğulmasına dahi neden olabilirdi. Yani şeriata aykırıdır. Bu yüzden de Musa (as) Allah’ın ona şeriat bağlamında emrettikleri doğrultuda konuşmak zorundaydı. Ama ne var ki bir anlaşma yapılmıştı. Anlaştıkları gibi sabretmesi gerekiyordu. Hadr (as)’ın kendiliğinden bunu yapmayacağını biliyordu aslında. O ne yaptığını biliyor ve yaptığı her şey hayırdı. Ama Musa (as) yine de dayanamayarak konuştu.
Musa (as)’nın davranışını anlamak için onun şahsi karakterini de bilmek ve tanımak lazım. Musa (as) bir defasında yine Allahu Teala ile konuşmuş ve “Kendini bana göster, ben Seni görmek istiyorum…” demişti. İşte Musa (as) bu. Rabbine “seni görmek istiyorum” diyebilecek bir heyecana
sahip bir karakter elbette kendisini sarmalamış olan Allah şeriatinin adına konuşmasına da pek şaşılmamalı.
Gelelim 72. ayete:
“ADAM (HADR), “SEN BENİMLE BERABERLİĞE ASLA SABREDEMEZSİN, DEMEDİM Mİ?” DEDİ.”
(KEHF, 72)
El Hadr Musa (as)’ya sabredeceğine dair verdiği sözü, anlaşmayı ve şartı hatırlattı. Dikkat, daha başındayız dedi. Burada ikisi de kendisine verilenin savunmasını yaptı diyebiliriz.
- ayet ile devam edelim:
“MÛSÂ, “UNUTTUĞUM İÇİN BANA ÇIKIŞMA VE BU İŞİMDE BANA GÜÇLÜK ÇIKARMA!” DEDİ.”
(KEHF, 73)
Bu ifade “Bağışla, ben unuttum” demektir.
Evet unutmuştu, zira şeriate aykırı olan bir durum ona verdiği sözü ve anlaşmalarını hemen unutturdu. Musa’nın içindeki şeriat öne çıkarak verdiği sözü bastırarak kendi hükümlerini ortaya koydu. Ancak bu daha ilk sınavdı ve sınavların kolayıydı. Ondan sonra gelecek olan daha ağır olacaktı.
Kehf Suresinin 74. ayetinde:
“YİNE YOLA KOYULDULAR. NİHAYET BİR ERKEK ÇOCUKLA KARŞILAŞTIKLARINDA, ADAM (HEMEN) ONU ÖLDÜRDÜ. MÛSÂ, “BİR CANA KARŞILIK OLMAKSIZIN SUÇSUZ BİRİNİ Mİ ÖLDÜRDÜN? ANDOLSUN ÇOK KÖTÜ BİR İŞ YAPTIN!” DEDİ.”
(KEHF, 74)
Bu ne anlama gelir?
Onlar bir erkek çocuğu gördüler bu çocuk henüz olgun değildi yani saf ve günahsızdı.
Birden el-Hadr (as) bu çocuğu öldürdü. Musa (as) bir çukur açtı bu erkek çocuğunu taşıdılar, yapılacakları olması gerektiği gibi yaptılar ve onu mezara koydular. Musa (as) tabi ki Hadr (as)’a defin işinde yardımcı oldu olmasına ama yine kendisini tutamayarak “Saf ve günahsız bir nefsi nasıl öldürürsün? Sen çok büyük bir günah isledin” dedi.
Zira şeriat suçsuz birini öldürmeye izin vermez. Öğrenmenin adabı itaat etmektir, sadık kalıp söylenenleri yapmaktır. Ve fakat Musa (as) yine dayanamadı. Bir geminin delinmesine sabredemeyen Musa (as) bir masum çocuğun öldürülmesine nasıl tahammül etsin?
- ayette şöyle devam eder:
“ADAM (EL-HADR), “SANA, BENİMLE BERABERLİĞE ASLA SABREDEMEZSİN DEMEDİM Mİ?” DEDİ.”
(KEHF,75)
Hadr (as) sürekli Musa (as)’ya bunu hatırlatıyor, aralarındaki farkı dile getiriyordu. Adeta ‘Meşrep ve mesleklerimiz birbirinden farklıyken bu beraberliği nasıl sürdürebiliriz demekteydi. Sen başka bir saha da ben başka bir sahadaö sen başka bir vadide ben başka bir vadideyim…demek istiyordu. Biz birbirimizle uyumlu değiliz. Sen beni bırak git.
Musa (as) ise “ben seninle devam edeceğim” diyordu.
- ayette şöyle der ve bu yeni bir anlaşmadır:
“MÛSÂ, “EĞER BUNDAN SONRA SANA BİR ŞEY HAKKINDA SORU SORARSAM, ARTIK BENİMLE ARKADAŞLIK ETME. DOĞRUSU, TARAFIMDAN (DİLENECEK SON) ÖZRE ULAŞTIN (BU SON ÖZÜR DİLEYİŞİM)” DEDİ.”
(KEHF, 76)
Bu ayette Musa (as) ‘artık benimle arkadaşlık/refakat etme diyor’ ‘sana tabi olmak’ demiyor.
El-Hadr (as) birini öldürdü hatta suçsuz bir çocuğu öldürdü. Yani onu takip edecek olsa, belki bir dahakine Musa (as)’ya birini öldürmesini emredecekti. Tâbi olan tâbi olunana ittiba etmek zorundadır. O yüzden Musa (as) ‘tâbi olmak’ kavramını dahi kullanmayarak ‘arkadaşlık/refakat etmek’ sözcüğünü kullandı. Yani yeni anlaşmada ‘ona tâbi olmak değil’ ‘ona arkadaşlık etmek’ üzere bir anlaşma üzerinde çalışmaktaydı.
Eğer bundan sonra sana bir şey hakkında soru sorarsam artık benimle arkadaşlık etme. Dogrusu tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın. Musa (as) ona ‘ bu son özür dileyişim’ dedi.
Gelelim 77. ayete:
YİNE YOLA KOYULDULAR. NİHAYET BİR ŞEHİR HALKINA VARIP ONLARDAN YİYECEK İSTEDİLER. HALK ONLARI KONUK ETMEK İSTEMEDİ. DERKEN ORADA YIKILMAYA YÜZ TUTMUŞ BİR DUVAR GÖRDÜLER. ADAM (EL-HADR) HEMEN O DUVARI DOĞRULTTU. MÛSÂ, “İSTESEYDİN BU İŞ İÇİN BİR ÜCRET ALIRDIN” DEDİ.
(KEHF, 77)
Evet, bir köye gidiyorlar, köyün başından sonuna kadar gidip yemek istiyorlar, para değil. Zira “Gerçekliği olan istek yemek istemektir para değil.” Para isteyenler sahte dilencilik yapmış olabilirler ama ekmek ve yemek isteyenler açlıktan dolayı istemektedirler.
Onlar bu köydeki her evi dolaşıp yiyecek bir şey istediler, fakat o köyün insanları cimriydi. Onları ne misafir ettiler ne de yiyecek bir şeyler verdiler. Bütün köy halkı aynısını yaptı, hepsi cimriydi. Sonra el Hadr (as) yıkılmaya yakın bir duvar gördü. Duvarın bir meyli vardı, yıkılma meyli. Hadr (as) duvarın söylediklerini gördü ve anladı, okudu ve duydu.
Birden bir duvar görüyor ve duvar yıkılmayı istiyor, Kur’an’da geçtiği gibi. Yani bu duvar hal dili ile bunu anlatıyordu, onun görevleri vardı ve el
Hadr’ı çağırdı ve ‘benim altımda yetim ikiz çocukları için bir hazine var’ dedi.
Bu köy halkının hiç misafirperver olmadıklarını görüyorsun, hepsi cimridir. Ben düşersem (yıkılırsam), bu hazine ortaya çıkacak ve bu köyün halkı hazine yüzünden birbirleriyle kavga edecekler. Nihayetinde bu hazineyi alacaklar. Bu yetim çocuklara haklarını vermeyecekler. Onların büyük dedeleri salih bir insandı ve bu parayı helal yoldan kazandılar, bu onların rızkıdır. Ben onların rızkıyım ve onlara ulaşmak istiyorum, gel benim yıkılmama mani ol, ve beni tekrar inşa et (düzelt). O bunu okudu, duydu ve bu çocukları gördü, zahiren değil hepsini batınenanladı.
Bakıyor ki bu duvar eski 20 – 30 senelik, çocuklar ise şu an 2 yaşında o zaman benim 20 – 25 sene yıkılmayacak dayanıklı bir duvar yapmam gerekir diye düşündü. 20 sene sonra ise tekrar yıkılmalıdır ya da onlar büyüdüğünde bu duvarı yıkıp hazineyi bulup yenisi yapmalıdır.
Yani çocukların yaşını hesap etti ve büyümelerine ve bu hazineyi alabilmelerine ne kadar bir süre lazımdırı hesap ederek işe koyuldu. Duvarı belirli bir hesap ile yapmak (düzeltmek) zorundaydı ki bu duvar onlar büyümeden yıkılmamalıydı. Bu duvarı, bunların hepsini hesap ederek tamir etmek zorundaydı.
Hem o çocukları korumak için hem de o cimri köy halkına bir ceza olarak onların hazineye ulaşmasını engelledi.
Bu köy halkından hiç kimse onları misafir etmedi ve yiyecekte vermediler o yüzden bu köy halkı için bir cezaydı. O çocuklar için ise bir korumaydı. Bu hazine çocukların hakkıydı. Şayet duvar yıkılsaydı çocuklar bunu alamayacaktı. Ama köy halkı o cimrilikle bu hazineyi alıp asla onlara vermeyeceklerdi.
Musa (as) bakıyor ama bunu anlayamıyor ve sabredemiyordu.
Kafasında kendisini meşgul eden soruları vardı… Bu neydi, neler oluyordu?
Tabi ki Musa (as)’da onunla birlikte çalışıyordu, bu duvarı yıkıp toprağa bir delik açtılar ve önce temeli attılar ve sonra duvarı inşa etmeye başladılar. Bu iş uzun sürecekti, çok yorgun ve üstelik de açlardı. İlim öğrenmenin edebine ve bedeline bir bakarmısınız!
Musa (as) el-Hadr’a bu ayette ifade edildiği gibi ne dedi:
“İSTESEYDİN BU İŞ İÇİN BİR ÜCRET ALIRDIN” DEDİ.” Adeta, nasıl
olurda böyle yaparsın, niçin ücret almazsın…dedi
Ama daha önce Musa (as) onunla son bir anlaşma yapmıştı.
‘Eğer sana bir daha sorarsam benimle arkadaşlık etme, doğrusu tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın’ demişti.
Yani şimdi Musa (as) son anlaşmayı da bozmuştu; el-Hadr 78. ayette Musa (as)’ya şöyle dedi:
“ADAM (EL-HADR), “İŞTE BU BİRBİRİMİZDEN AYRILMAMIZ DEMEKTİR” DEDİ. “ŞİMDİ SANA SABREDEMEDİĞİN ŞEYLERİN İÇYÜZÜNÜ ANLATACAĞIM.”
(KEHF, 78)
Gemide yaşanan hadise ile alakalı olarak 79. ayette şöyle der:
“O GEMİ, DENİZDE ÇALIŞAN BİRTAKIM YOKSUL KİMSELERE AİT İDİ. ONU YARALAMAK İSTEDİM, ÇÜNKÜ ONLARIN İLERİSİNDE, HER GEMİYİ ZORLA ELE GEÇİREN BİR KRAL VARDI.”
(KEHF, 79)
Bu gemi miskin (burada fakir yazmıyor miskin yazıyor) insanlara aitti. Onlar gemileriyle denizde çalışan miskîn insanlardı. Bu ayetten şunu anlıyoruz: miskîn yani bazı şeyleri var ama yeterli değil. Böyle olmasına rağmen sukunetlerini bozarak durumlarını kimseye şikayet etmiyırlar. Çünkü bu insanların gemisi var ve bu gemiyle çalışıyorlar ama kazançları
yetmiyor. Ayette geçen kelime mesakîn (miskinin çoğulu). Hadr (as) dedi ki: “İtediği şeyleri zorla ele geçiren zalim bir kral bu geminin peşindeydi. Gemiyi ele geçiremesin diye gemiye bir zarar açtım. Gemiye az bir zarar açarak gasbedilmesinden mi kurtaraydım yoksa bunu yapmayarak zalim kralın gemiye el koymasını sağlasaydım. Yani Musa (as) gayb ya da ledünni ilim sahibi olsaydı, kendisi de aynısını yapardı. Çünkü o bir peygamber. Herkes gördüğü ve bildiğine göre davranmaktadır.
Gelelim 80. ayete:
“ÇOCUĞA GELİNCE, ANASI BABASI MÜ’MİN İNSANLARDI. ONLARI AZGINLIĞA VE KÜFRE SÜRÜKLEMESİNDEN KORKTUK.”
(KEHF, 80)
Yani bu öldürülen çocuğun anne babası salih insanlardı ve günahsızlardı. Çocuk da şu an günahsızdı. El-Hadr (as) bu çocuğun büyüyünce azgınlığa sürükleneceğini, katil ya da hırsız olacağını gördü. Ya da zengin olupta anne babasına bu zenginliğin fitne olacağını gördü. Yani bunlara benzer herhangi bir şey olabilirdi. O yüzden anne babanın dünyada biraz üzülüp ahirette ebedi cennete girmelerini istedi. Çocuğunda yaşamaya devam edip sonunda cehenneme gireceğine şimdi cennete gitmesine vesile oldu. Öldükten sonra gidilebilecek en güzel yer cennettir o yüzden neden yaşasın bu dünyada, onu cennete göndermiş oldu, suçsuz ve günahsız olarak.
Bildiğimiz gibi olgunluğa erişmeden ölen çocuklar cennetin herhangi bir yerine gidebilir, istediği yeri seçebilirler. Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gidebilirler yukarı gidebilirler aşağı gidebilirler. Yani cennetin her katı ve yeri onlara açıktır.
Nasıl bir çocuk ile birlikte bir Cumhurbaşkanının yanına gittiğin zaman, o çocuğa odasına girmesine, koltuğuna oturmasına, istediği her şeyi yapmasına müsaade edildiği gibi. Kimsede o çocuğu sorgulamaz bir şey demez. Aynı şekilde ölen çocuklar cennete girerler ve istedikleri yere giderler. Bu çocuk eğer büyümüş olsaydı cehennemliklerden olacaktı. Bu
böyledir diyerek Allah katından doğrudan verilen ilme sahip olmayan biri o çocuğu öldürse katil olur ve büyük günah işlemiş olur. Ama el-Hadr’a verilen ilimle olayların iç yüzleri görüldüğü ve doğrudan Allah tarafından sevkedildikleri için diğer insanlara haram olan işleri onlar yapabilirler.
El-Hadr (as) çocuk yaşamaya devam ederse cehennemliklerden olacağını ve anne babasına da fitne yapacağını gördü. O yüzden çocuğu direkt hızlı yoldan cennete gönderdi ve anne babasını kısa süreli bir üzüntü karşılığında fitneden kurtarmış oldu. Eğer Musa (as) bunu bilmiş olsaydı oda aynısını yapardı.
81. Ayetinde şöyle devam eder:
“BÖYLECE, RABLERİNİN ONLARA, BU ÇOCUĞUN YERİNE DAHA HAYIRLI VE DAHA MERHAMETLİ BİR ÇOCUK VERMESİNİ DİLEDİK.”
(KEHF, 81)
Allah’ın onlara fitne yerine onlara rahmet etmelerini istedi. Hem anne babasına hem de çocuğa.
Duvar ile alakalı olan hadisede ise: ikizlerin (Kur’an’a göre ikiz olmalı) hakkı olanı son bölüm olan 82. ayette geçmektedir:
“DUVAR İSE ŞEHİRDEKİ İKİ YETİM ÇOCUĞA AİT İDİ. ALTINDA ONLARA AİT BİR DEFİNE VARDI. BABALARI DA İYİ BİR İNSANDI. RABBİN, ONLARIN OLGUNLUK ÇAĞINA ULAŞMALARINI VE RABBİNDEN BİR RAHMET OLARAK DEFİNELERİNİ ÇIKARMALARINI İSTEDİ. BUNLARI BEN KENDİ GÖRÜŞÜME GÖRE YAPMADIM. İŞTE SENİN, SABREDEMEDİĞİN ŞEYLERİN İÇYÜZÜ BUDUR. “
(KEHF, 82)
El-Hadr (as) bu ilmin sonuçlarının kendisine ait olmadığını bilakis Allah’tan geldiğini anlatmaktadır.
Ledünni ilim ve Allah’ın salih kulları işte böyledir. Onlar kendiliğinden
bir şey yapmazlar ancak Allah’ın onlara gösterdiklerini, verdiklerini ve öğrettiklerini yaparlar.
Bunu anlamayan kimseler böyle insanlarla görüşmeseler daha iyi aderler. Bu zamanın da bir el-Hadr’ı var, ancak nerededir ve ne yapar!
Musa (as) ve ledünni ilme sahip salih kul ile ilgili dersi kısaca sizlere aktardık.
Allahu Teala en Yücedir ve en iyi Bilendir
Seyyid Magdy Dawoud