You are currently viewing Fatiha suresindeki “Sırat-ı Mustakim (Doğru Yol)” Çevresinde Kur’an-ı Kerim Tedebbürü

Fatiha suresindeki “Sırat-ı Mustakim (Doğru Yol)” Çevresinde Kur’an-ı Kerim Tedebbürü

Fizikle İlgili Eski Yanıltıcı (Saptırıcı) Teorileri ve Anlayışları Yalanlayan Yeni İlmî Kur ‘ani Hakikatler ve Teoriler:

Şunlar hakkında:

Fatiha suresindeki “Sırat-ı Mustakim (Doğru Yol)” Çevresinde Kur’ân-ı Kerîm Tedebbürü:

• Arz/Yer, gökler, Güneş ve Ay vs. hakkında Kur ‘ani hakikatler.

• Ay’ın ve Mars’ın yüzeyine iniş yalanı.

• Newton’un yer çekimi kânunu ve Arşimet’in suyun kaldırma kânunu, Med-Cezir kânunu yalanı ve bunların ravâsî ile alâkası.

Dağlar, ravâsî değildir.

• Arzın yumurta ya da küre şeklinde olduğu yalanı.

• Arzın kıtalarından/tabakalarından herhangi bir kıtasından çıkış yalanı.

• Arzın etrafını geçme ya da sonlarına varma yalanı.

• Arzın boyutlarını ölçme ve şeklini niteleme yalanı.

• İzafiyet teorisi yalanı.

• Hacim ve boyutlar teorisi yalanı.

•Arz/Dünya, Ay ve Güneş arasındaki mesafeleri ve Güneş’in hacmini ölçmek gibi Fizik bilimindeki pek çok teoriler ve kânunların yalanları.

• Bermuda Üçgeni yalanı ve onun İblîs’in tahtı ile alâkası.

• Lânetlenerek arza indiğinden bugüne kadar, İblîs-i laînin ve askerlerinin kurduğu yalanları açıklayacağız.

• Binlerce seneden beri Deccâl’in İblîs ile anlaşması.

• Hakikatleri ve uzayla ilgili durumları örtbas etmek için, kuruluşundan bugüne kadar NASA ve çalışanlarının yalanı.

• İblîs’in, kökeninde Allah’a şirk koşmak ve ateşe, Güneş’e tapmak ve bu ikisine secde etmek olan projesi ve tuzağı.

• Diğerleri öne geçerken, bugün Müslümanlar neden geri kaldı ve diğerlerinin gözlerinde değerini kaybetti?

Birincisi:

Bu bağlantıdaki gibi Arz’dan çıkış ve Ay’ın ya da Mars’ın yüzeyine iniş yalanı…Televizyonda bir uzay bilimci çıktı ve spiker onun Ay’ın yüzeyine indiğine dair İncil üzere yemin etmesini istedi. Ama o kaçtı:

Televizyondaki bu adama “Yemin et.” dedi. Bu fizik bilimcilerden biridir. Televizyona çıktı. Spiker ona İncil getirdi ve “Uzayda Arz’dan çıktığına ve Ay’ın yüzeyine indiğine dair yemin et.” dedi. Ama gördüğünüz gibi bu adam yemin etmedi ve koşarak kaçtı. Ne yalan ama.

Yine aşağıdaki videoda da ortaya çıktığı gibi:

Görüyorsunuz ki bizim bu aracın Mars’ın yüzeyine indiğine inanmamızı sağlıyorlar. Bu araç inmeden öncesinde görüyorsunuz ki araç, Mars’ın yüzeyine çakılmasını hafifleten, onu taşıyan ve onu yavaşça indiren paraşütle atılıyor.

Bu bize buranın sıradan bir çöl olduğunu gösteriyor, Mars’ın ya da Ay’ın yüzeyi değil. Basit bir şekilde paraşütü uzaktan zorlayan rüzgârı ve hava ile dolu paraşütü görüyorsunuz… Gerçek şu ki hava sadece Arz’a/Dünya’ya hastır, onun dışındakilere değil. Çünkü o, Allahu Teâlâ’nın arzdaki tüm hayat çeşitlerine ve insanın hizmetine verdiği temel bir varlık ve mahlûktur. Arzda insana musahhardır, arzın dışındaki yerlerde değil. Ayrıca Allahu Teâlâ’nın ayetine göre, Kur’an-ı Kerîm’deki pek çok yerde sınırlama olmadan, örnek olarak aşağıdakileri zikredebiliriz:

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[164: Al-Baqara / البقرة]

إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنْزَلَ اللَّهُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah’ın yukarıdan bir su indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanları yaymasında, rüzgarları değiştirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllı olan bir topluluk için elbette Allah’ın birliğine deliller vardır.”

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[57: Al-A’raaf / الأعراف]

وَهُوَ الَّذِي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِهِ حَتَّى إِذَا أَقَلَّتْ سَحَابًا ثِقَالًا سُقْنَاهُ لِبَلَدٍ مَيِّتٍ فَأَنْزَلْنَا بِهِ الْمَاءَ فَأَخْرَجْنَا بِهِ مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ كَذَلِكَ نُخْرِجُ الْمَوْتَى لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

“Rahmetinin önünde müjdeci olarak rüzgarları gönderen O’dur. O rüzgarlar, yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu kurak bir memlekete gönderir, sonra onunla yağmur yağdırır ve onunla her çeşit ürünü yetiştiririz. İşte Biz, ölüleri de böyle diriltiriz. Gerekir ki düşünür, ibret alırsınız.”

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[9: Faatir / فاطر]

وَاللَّهُ الَّذِي أَرْسَلَ الرِّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَابًا فَسُقْنَاهُ إِلَى بَلَدٍ مَيِّتٍ فَأَحْيَيْنَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا كَذَلِكَ النُّشُورُ

“Rüzgârları gönderip bir bulut kaldıran da Allah’tır. Derken biz o (bulutu) ölmüş bir beldeye sevk etmişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte o dirilme de böyledir.”

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[22: Al-Hijr / الحجر]

وَأَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَأَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَمَا أَنْتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ

“Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirip sizi onunla suladık. O suyu hazinelerde tutan da siz değilsiniz.”

Yukarıda geçen ayetlerden ve işaret ettikleri anlamlardan ancak şunu anlıyoruz ki, her şey insanın hizmetine verildiği için rüzgâr, karası ve suyu ile arzdaki hayata hastır, onun dışındaki yerlere değil.

İKİNCİSİ:

Arzın şekli ve Arz ile alakalı olanlar:

Allahu Teâlâ, ayetinde buyurduğuna göre her şeyi maddî ve zahirî olarak müstakim (doğru) ve manevi olarak sapma olmaksızın/eğimsiz yarattı.

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[126: El-En’âm / الأنعام]

وَهَذَا صِرَاطُ رَبِّكَ مُسْتَقِيمًا قَدْ فَصَّلْنَا الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ

“İşte Rabbinin doğru yolu budur. Şüphesiz biz, hatırlayıp ibret alan bir kavim için ayetleri geniş bir şekilde açıkladık.”

[153: El-En’âm / الأنعام]

وَأَنَّ هَذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ ذَلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

“İşte benim doğru yolum budur; ona uyun. Sizi O’nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın. (Azabından) korunmanız için Allah size böyle tavsiye etmiştir.”

Allahu Teâlâ’nın isimlerinden biri de El Kayyûm’dur.

Bu da istikâmetten (doğruluktan) gelir.

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Benim Rabbim, hiç şüphe yok ki, (sırât-ı mustakîm üzeredir) doğru yoldadır.” (Hûd, 56)

Her şeyi yaratmış ve Sırât-ı Mustakîme (doğru yola) iletmiştir.

[56: Hûd / هود]

إِنِّي تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ رَبِّي وَرَبِّكُمْ مَا مِنْ دَابَّةٍ إِلَّا هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا إِنَّ رَبِّي عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

“Ben muhakkak ki, hem benim Rabbim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah’a dayanmaktayım. Yer içinde hiçbir canlı yoktur ki, idaresi ve yönetimi O’nun elinde olmasın. Benim Rabbim, hiç şüphe yok ki, doğru yoldadır.”

Yukarıdakilerden şunu anlıyoruz:

Tüm kâinat maddî ve manevi bir istikâmet üzeredir. Yani yaratılış doğası üzere mustakîmdir (doğrudur).

İstikâmetin aksi: eğriliktir, kırılmadır, kavisliliktir, zikzak çizmedir, sapmadır, dolanmadır, dönmedir, yuvarlak olmadır.

Evren/Kâinat ve içindeki her şey, asılda/özde mustakîmdir (doğrudur) ya da düzdür veya arz gibi yayılmıştır.

Bu sarılma (sarmal yapıda olma) / yuvarlak olma ise dünya ya da ahiretteki asla/öze sonradan dâhil edilmektedir.

Yuvarlak olma hali dünyadaki olaylar için, Allahu Teâlâ’nın “Geceyi gündüzün üstüne sarıyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıyor.” âyetinde buyurduğu gibi, yaratılışsal bir âyet ve mucize olarak yeni bir şeydir, yaratılmışlardan veya yaratılmış asıllar üzere yapılanlardır.

[5: Az-Zumar / الزمر]

خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ يُكَوِّرُ اللَّيْلَ عَلَى النَّهَارِ وَيُكَوِّرُ النَّهَارَ عَلَى اللَّيْلِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى أَلَا هُوَ الْعَزِيزُ الْغَفَّارُ.

“O, gökleri ve yeri hak ile yarattı, geceyi gündüzün üstüne sarıyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıyor. Güneşi ve Ay’ı emrine amade kılmış, her biri belli bir süreye kadar akıp gitmektedir. İyi bil ki, çok güçlü ve çok bağışlayıcı olan ancak O’dur.”

Ya da Allahu Teâlâ’nın ayetine göre yuvarlaklık ve eğrilik kıyamet gününe sonradan dâhil edilir:

[1: At-Tekvir / التكوير]

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ

“Güneş katlanıp dürüldüğünde.”

Ayrıca arz düzdür ve mustakîmdir (doğrudur). Bu yüzden kıyamet günü elin avucunda gibi olur.

Aynı şekilde Allahu Teâlâ’nın âyetine göre gökler de istikâmetinden (çıkıp) dürülecektir:

[67: Az-Zumer / الزمر]

وَمَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَالْأَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّمَاوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ

“Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki bütün yer kıyamet günü O’nun avucundadır. Gökler de kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından münezzeh ve çok yüksektir.”

[3: Al-Mulk / الملك]

الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ طِبَاقًا مَا تَرَى فِي خَلْقِ الرَّحْمَنِ مِنْ تَفَاوُتٍ فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ

“O, yedi göğü, birbiri üzerine yarattı. Rahmân’ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk görmezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun?”

“BÜTÜN VE PARÇA”

Örnekler:

Ağaçlar, Bitkiler ve Meyveleri:

ÜÇÜNCÜSÜ:

Ağaçlar ve bitkiler, ya portakal, elma, hurma, ceviz, şeftali, kayısı, üzümler gibi dikey olarak istikâmet üzere büyüyüp gelişirler ya da karpuz, domates, yine üzüm vb. gibi yatay olarak mustakîm (doğru) olarak büyüyüp gelişirler. Sebzeler de böyle gelişir.

Bunların tamamı, ister dikey olarak olsun, ister yatay olarak, istikâmet üzeredir ve asl olan/öz budur.

Eğer portakal, şeftali, kayısı ve domates gibi meyvelerde yuvarlaklık görüyorsan, bu yuvarlaklık asıldan bir cüzdür (parçadır). Yuvarlaklık, asılda değildir (parçadadır).

Başka bir örnek:

İnsan vücudu:

Mustakîmdir (doğrudur) ve nasıl ki baş ya da göz yuvarlak olmuştur. Dolayısıyla bu ikisi de dikey olarak mustakîm (doğru) olan asıldan / özden bir parçadır.

Burada anlıyoruz ki asıl, her şeyde istikâmettir ve eğer bir şeyde herhangi bir yuvarlak olma durumu ya da yuvarlaklık varsa, bu ondan bir cüzdür (parçadır). O şeyin kendisi değildir.

Parçalarda küresellik, yuvarlaklık ve eğrilik olması gerekiyor ve bu parçaların özelliklerinin ve işlevlerin, o şeyin içinde olması gerekiyor, kabuğu ya da yüzeyi üzerinde değil. Tıpkı portakal gibi, ağacın içinde olmalı ve bütün meyveler de bu şekilde.

Şimdi en genel ve en büyük konu ile devam edelim, işte o Arz/Yer/Dünya:

Kâbe’nin yönünü belirlersen eğer, arzın düz olması gerekir, küre şeklinde değil. Aksi hâlde tüm dünya nüfusu oraya nasıl yönelebilir?

Eline bir top ya da yumurta al ve onun üzerinde Kâbe’nin yerini alacak şekilde bir nokta belirle. Topun ya da yumurtanın tüm yüzeyinin noktaya nasıl yöneleceğine bak… (Tüm yüzeylerinin yönlerinin noktaya dönük olmasının) imkânsız olduğunu görürsün…

El-Hakk Subhânehu ve Teâlâ “…dürüldüğünde…” buyurduğu zaman, bu dürülme/yuvarlak olmanın ya dünyada gözlerinle gördüğün portakal gibi bir şeyin bir cüzü/parçasındaki gibi olduğunu ya da El Hak Subhânehu ve Teâlâ’nın buyurduğu gibi kıyâmet gününde dürülme olacağını görürsün.

[1: At-Takvîr / التكوير]

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ

“Güneş katlanıp dürüldüğünde.”

Bu dürülme/yuvarlak olma (yuvarlanma) asıldadır. Kıyâmet günü olur.

Allahu Teâlâ’nın âyetindeki gibi:

[5: Az-Zumer / الزمر]

خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ يُكَوِّرُ اللَّيْلَ عَلَى النَّهَارِ وَيُكَوِّرُ النَّهَارَ عَلَى اللَّيْلِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى أَلَا هُوَ الْعَزِيزُ الْغَفَّارُ

“O, gökleri ve yeri Hak ile yarattı, geceyi gündüzün üstüne sarıyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıyor. Güneşi ve Ay’ı emrine amade kılmış, her biri belli bir süreye kadar akıp gitmektedir. İyi bil ki, çok güçlü ve çok bağışlayıcı olan ancak O’dur.”

Burada görüyor ve anlıyoruz ki gece bir asıl olarak mevcuttur ve aynı şekilde gündüz de. O ikisine sarılma/yuvarlak olma sonradan dâhil olur.

gece gunduz

Dolayısıyla gece uzunluk olarak biraz arttığı zaman, gündüz kısalır. Mesela kışın. Bunun aksi yani tam tersi de doğrudur.

Bu yüzden burada gece ve gündüz hakkındaki sarılma/yuvarlaklık, bu ikisine sonradan dâhil olmadır, özellikler ve işlevlerde, bu ikisinin (gece-gündüzün) bir cüzü (parçası) değildir.

Arz’ın Kenarları ve Bu Kenarların/Yanların Eksilmesi:

– Eğer Allahu Teâlâ’nın âyetine bakarsak, Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[41: Ar-Ra’d / الرعد]

أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا نَأْتِي الْأَرْضَ نَنْقُصُهَا مِنْ أَطْرَافِهَا وَاللَّهُ يَحْكُمُ لَا مُعَقِّبَ لِحُكْمِهِ وَهُوَ سَرِيعُ الْحِسَابِ

“Görmüyorlar mı ki, biz yeri YANLARINDAN eksiltip duruyoruz. Allah öyle hükmeder ki, O’nun hükmünü engelleyecek kimse yoktur. O çok hızlı hesap görür.”

Anlıyoruz ki arz/dünya dâiresel, yumurta şeklinde ya da küre şeklinde değildir. Aksine o düzdür. Onun şekli başka bir ayet ile de açıklayacağımız gibi bir kitabın şekli gibidir.

Allahu Teâlâ’nın âyetinde:

[104: Enbiya / الأنبياء]

يَوْمَ نَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ كَمَا بَدَأْنَا أَوَّلَ خَلْقٍ نُعِيدُهُ وَعْدًا عَلَيْنَا إِنَّا كُنَّا فَاعِلِينَ

“Göğü, kitab dürer gibi dürdüğümüz zaman, yaratmaya ilk başladığımız gibi, katımızdan verilmiş bir söz olarak onu tekrar var edeceğiz. Doğrusu biz bunları yaparız.”

Dolayısıyla arzın/dünyanın şekli kitap gibidir. Onun yüzeyi ve kenarları vardır ve arzın kenarlarında eksilme vardır. Bu eksilme, söylendiği gibi erozyon ile suyun içinde kuru toprağın eksilmesi değildir. Aksine arz peygamberlerin bedenlerini yemiyor/çürütmüyor, bundandır.

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında Ehl-i Sünen’den naklen, Tirmizî hariç Kutub-u Sitte’de rivâyet edildiğine göre, O (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Günlerinizin en hayırlısı Cuma gündür.”

Başka bir lafızda:

“Günlerinizin en hayırlısı Cuma günüdür; öyleyse onda bana salâtı arttırınız. Muhakkak ki sizin “Allahumme salli aleyhi ve sellem” diye salâtınız bana arz olunur (sunulur).”

Dediler ki:

“Yâ Rasûlallah, Sen vefât etmiş olduğun hâlde bizim salâtımız Sana nasıl sunulur?”

Şöyle buyurdu:

“Allah arza/toprağa peygamberlerin bedenlerini yemeyi/çürütmeyi haram kıldı.”

(Ehl-i Sünen’den nakledildi.)

Yine dendi ki miras ve yüksek dereceler sahibi şehitler, âlimler ve evliya da böyledir.

Dolayısıyla onlar geliştiler ve bedenleri arzdan meydana geldi. Ama bir kez daha ona dönüşmezler ve dönmezler.

Bunu gözlerimle gördüm. Sâlih bir kimseyi (birkaç ay sonra uykuda bana gelip yerini değiştirmesini istediğinde) tekrar defnettim. Kabrini açtığım zaman vücudu hiç bozulmamıştı ve hatta vücudundaki yarada sanki hâlâ kan akıyordu. Onun vücudu sanki uyuyor gibi sıcaktı.

Allahu Teâlâ İdrîs (as) ve İsâ’yı (as) benzer şekilde göğe yükseltti. El-Hadr’ı (Hızır) (as) da yükselttiği söylendi…

Bu Müslümanlar ve âlimler tarafından bilinen bir şeydir.

Dolayısıyla arz küre şeklinde ya da yumurta gibi değildir. Aksi hâlde yumurtanın ya da kürenin başlangıç veya kenarları, çevresi nerededir? Onların her ikisinin de ne başlangıcı vardır ne de sonu.

Allahu Teâlâ’nın âyeti:

[137: Al-A’raaf / الأعراف]

وَأَوْرَثْنَا الْقَوْمَ الَّذِينَ كَانُوا يُسْتَضْعَفُونَ مَشَارِقَ الْأَرْضِ وَمَغَارِبَهَا الَّتِي بَارَكْنَا فِيهَا وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ الْحُسْنَى عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ بِمَا صَبَرُوا وَدَمَّرْنَا مَا كَانَ يَصْنَعُ فِرْعَوْنُ وَقَوْمُهُ وَمَا كَانُوا يَعْرِشُونَ

“Ve o hırpalanıp ezilmekte olan kavmi de ülkenin, bereketle donattığımız doğusuna ve batısına mirasçı yaptık. Ve böylece Rabbinin, İsrailoğullarına olan o güzel vaadi, sabırları yüzünden gerçekleşti. Biz de Firavun ile kavminin yapageldikleri sanat eserlerini ve diktikleri binaları yerle bir ettik.”

Eline bir top al ve onun dört bir yanına bak ya da kuzey veya güneye…

Mümkün değil… Bu yüzden bu, arzın yumurta ya da küre şeklinde olmadığına, aksine zikrettiğimiz gibi düz ve kitap şeklinde olduğuna işaret etmektedir…

[2: Ar-Rûm / الروم]

غُلِبَتِ الرُّومُ

“Rumlar yenildi.”

[3: Ar-Rûm]

فِي أَدْنَى الْأَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ

“(Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde onlar, bu yenilgilerinin ardından mutlaka galib geleceklerdir.”

Kürede en yakın ve en uzak nerededir? Kürenin tüm yüzeyi eşittir!

Allahu Teâlâ’nın âyetinde:

[118: At-Tawba / التوبة]

وَعَلَى الثَّلَاثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُوا حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا أَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللَّهِ إِلَّا إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا إِنَّ اللَّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

“Allah, haklarında hüküm beklenen o üç kişiyi de bağışladı. Çünkü o derece bunalmışlardı ki, arz bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye başlamıştı, vicdanları da kendilerini sıkıntıya sokmuştu. Allah’tan kurtuluşun, ancak Allah’a sığınmakta olduğunu anlamışlardı. Sonra da Allah, onları tevbekâr olmaya muvaffak kıldı da tevbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok çok kabul edendir, çok merhametli olandır.”

Burada görüyoruz ki:

“ضاقت بما رحبت..”

“Genişliğine/geniş olmasına rağmen dar geldi.” Bu iki fiil sadece yüzey düz alan hakkında olur, küre şeklinde bir alan hakkında değil.

Eğer küre şeklinde olsaydı Allahu Teâlâ şöyle buyururdu:

“صغرت بما رحبت”

“Genişliğine rağmen küçüldü.”

Çünkü küre küçülür ve büyür. Daralmaz.

Ayrıca görüyoruz ki El Hakk Subhânehu ve Teâlâ arzı Kur’an’da aşağıdaki gibi nitelemiştir:

Arzın şeklini şöyle niteledi: yaygı, beşik, döşek, karar, “yayıldı”.

Bunların hepsi arzın düz ve döşek gibi yayılmış olduğuna işaret ediyor.

Aşağıda geçen ayet-i kerimeleri zikredelim:

[6: En-Nebe / النبأ]

أَلَمْ نَجْعَلِ الْأَرْضَ مِهَادًا

“Biz arzı bir beşik yapmadık mı?”

[10: Az-Zuhruf / الزخرف]

الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ مَهْدًا وَجَعَلَ لَكُمْ فِيهَا سُبُلًا لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

“O, arzı sizin için bir beşik yaptı ve doğru gidesiniz diye orada sizin için yollar meydana getirdi.”

[19: Nûh / نوح]

وَاللَّهُ جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ بِسَاطًا

“Allah sizin için yeri bir yaygı yaptı.”

[22: Bakara / البقرة]

الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَأَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ فَلَا تَجْعَلُوا لِلَّهِ أَنْدَادًا وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

“O (Rabb) ki yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bile bile, Allah’a ortaklar koşmayın.”

Ğâşiye Suresinin 20. âyeti olan âyet, hiçbir te’vile (yoruma) ihtiyaç duymaksızın, kelimeler doğrudan kendi manaları üzere apaçık olarak ve kendi anlamı dışında bir anlam kabul etmeksizin, arzın yayılmış/düz olduğuna kesin bir delil olarak yeterli.

Ayetler aşağıdaki gibi:

[17: El-Ğâşiye / الغاشية]

أَفَلَا يَنْظُرُونَ إِلَى الْإِبِلِ كَيْفَ خُلِقَتْ

“Bakmıyorlar mı o develere, nasıl yaratılmış?”

[18: El-Ğâşiye / الغاشية]

وَإِلَى السَّمَاءِ كَيْفَ رُفِعَتْ

“Göğe bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiş?”

[19: El-Ğâşiye / الغاشية]

وَإِلَى الْجِبَالِ كَيْفَ نُصِبَتْ

“Bakmıyorlar mı dağlara, nasıl dikilmiş?”

[20: El-Ğâşiye / الغاشية]

وَإِلَى الْأَرْضِ كَيْفَ سُطِحَتْ

“Yere bakmıyorlar mı, nasıl yayılmış?”

Arzın düz olduğunu inkâr eden, önceki tüm Kur’an ayetlerini ve bu son ayeti inkâr etmiş olur.

Ancak Dahâhâ (دحاها)/döşedi-yaydı ve Tahâhâ (طحاها)/döşedi kelimelerine gelirsek, onlar arzın vazifesini/işlevini niteler, şeklini değil.

Allahu Teâlâ’nın ayetinde:

Nâziât Suresinde gök hakkında “Banâhâ (بناها)/onu binâ edene” diye bahsediyor. Nasıl… Sonra bunun ardından arz/yer… Bunların hepsi vazifeler yani işlevlerdir ve şekil değildir. Bunun ardından da “Yere/Arz’a ve onu döşeyene” diyor.

Yani arzı denizlerin ve nehirlerin akması, geçim için hazırlık yapılması ve insan için hazırlanması için yaydı. Allahu Teâlâ’nın âyetinde de bu “Dahâhâ/دحاها/yaydı/döşedi” olarak geçmektedir.

Dilde deve kuşu hakkında şöyle denir:

“إذا أرادت أن تضع البيضة فتقوم بتدحية أى تدحى مكانا مناسبا لتضع فيه البيضة.”

“Yumurtlamak istediği zaman, yumurtlamak için uygun bir mekânı döşeyecek.”

Yani yumurtlamak için orayı hazırlayacak manasında.

Yine denir ki:

“Deve kuşu, yumurtlayacağı mekânı döşedi.”

İşte bu aşağıdaki ayetin manasıdır:

[30: En-Nâzi’ât / النازعات]

وَالْأَرْضَ بَعْدَ ذَلِكَ دَحَاهَا

“Bundan sonra da arzı döşedi.”

Ancak Şems Suresine gelince, Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[5: Eş-Şems / الشمس]

وَالسَّمَاءِ وَمَا بَنَاهَا

“Göğe ve onu bina edene.”

[6: Eş-Şems / الشمس]

وَالْأَرْضِ وَمَا طَحَاهَا

“Yere ve onu döşeyene.”

Nasıl?..

Bunların tamamı arzın işlevlerinin özellikleridir.

Eğer “Banâhâ/بناها/binâ etti” kelimesinin manasını anlarsak, “Dahâhâ/دحاها/yaydı-döşedi kelimesinin manasını anlarız. Bunların hepsi arzın işlev ve doğasını niteleyen kelimelerdir.

Arz düz kılınmıştır ve Allahu Teâlâ’nın ayetinde geçen kelimeler buna delil olmuştur.

“سطحت ،فراشا مهدا، وقرارا.”

“Bir döşek, beşik ve karar kılındı.”

Eğer arz küre şeklinde olsaydı ve Allah onu sonradan yayılmış/düz hâle getirseydi, Allahu Teâlâ ayetinde “Sonra arzı küre şeklinde yaptı, sonra onu yayılmış/düz kıldı.”… derdi.

Çünkü Allahu Teâlâ âyetinde şöyle buyurmaktadır:

“وإلى الأرض كيف سطحت؟”

“Yere bakmıyorlar mı, nasıl yayılmış?”

Yani aslında Allah arzı düz bir şekilde yarattıktan sonra, var olan her şeyi yaydı, döşedi ve onu geçim için hazırladı. Yani onu işlevler için hazırladı ve insan hayatı ve diğer mahlukat için hazır hâle getirdi.

Eğer arzın aslı küre şeklinde olsaydı, Allahu Teâlâ şöyle buyururdu:

“و إلى الأرض كيف كورت؟”

“Yere bakmıyorlar mı, nasıl dürülmüş (yuvarlak/küre şeklini almış)?”

Sonra başka bir âyette Dehâhâ (دحاها)/döşedi/yaydı ve Tahâhâ (طحاها)/döşedi buyurmaktadır. Bilakis Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“و إلى الأرض كيف سطحت”

“Yere bakmıyorlar mı, nasıl yayılmış?”

“ودحاها..”

“ve onu döşedi/yaydı..”

“و طحاها..”

“ve onu döşedi..”

Yani arzı hazırladı.

Yani Kur’ân’da “كورت/kuvvirat/dürüldü (yuvarlak, küre şeklini aldı)” demiyor.

“Onu yaydı, döşedi.” diyor ve sonra da arz için “yayılmış” diyor.

Ya da tam tersi yani “yayılmış” diyor ve de “onu yaydı, döşedi.” diyor.

Eğer arzın aslı küre şeklinde olsaydı “كورت/kuvvirat/dürüldü (yuvarlak, küre şeklini aldı)” ve “onu yaydı, döşedi.” derdi.

Fakat burada anlıyoruz ki var olan her şey düz olarak yaratıldıktan sonra, Allah onu yaydı ve döşedi. Geçim için hazırladı. Allahu Teâlâ onu küre şeklinde yaratmış değildir ve şu an da arz küre şeklinde değildir.

Allah onu döşedi yani tıpkı deve kuşunun yumurtlamak için hazırlık yaptığı gibi, insanın oraya gelmesi için, oradaki nehirleri ve yaşamı hazır hâle getirdi.

Dahâhâ (دحاها) ve Tahâhâ (طحاها) kelimesi:

Göğü bina etti, yani Allah’ın yaptığı bir fiil.

Bunun ardından arzı yaydı/döşedi (دحاها). Yani Allahu Teâlâ’nın yaptığı bir fiil. Yani Allah onu geçim için hazırladı ve onda nehirleri, ağaçları, meyveleri, dağları ve ravâsîyi çoğalttı.

Dahâhâ (دحاها) kelimesi, geçim için arzın hazırlığını yapanın Allahu Teâlâ olduğunu ifâde eder.

Mâ Tahâhâ’ya (ما طحاها) gelince:

Allah’ın yapmadığı bir fiildir. Aksine arz ile ilgili vazifelerini yapmaları (görevlerini yerine getirmeleri) için meyveler, su, ravâsî ve dağlar gibi Allah’ın o arzın içinde yarattığı akılsız şeylerdir.

Mâ Tahâhâ (ما طحاها), yani Allah’ın, amaçları insanın hizmetinde bulunmak ve arzın içinde var olan her bir canlıya hayat sağlamak olan vazifelerini yerine getirmeleri için arzın içinde yarattıklarıdır.

Eğer arz küre şeklinde ise, Allah Subhânehu ve Teâlâ neden “Yer/arz küre şeklini aldı.” ya da “(Allah) arzı küre şeklinde kıldı.” buyurmadı?

Neden “Bunun ardından onu (arzı) yaydı.” dedi de, “Onu küre şeklinde kıldı.” demedi?

Eğer küre şeklinde olsaydı, “yaygı, beşik, döşek” buyurduğu gibi, “onu küre şeklinde yaptı” buyurması daha uygundu.

DÖRDÜNCÜSÜ:

Topu ve topla oynamayı icat edenler Antik Yunanlılardır. Kur’an arzın düz olduğunu açıklamasına rağmen; onlar insanlarla dalga geçmek ve onlarla eğlenmek için demişlerdir ki “Arz/Yer/Dünya küredir.”

Allahu Teâlâ’nın âyetinde:

[12: Nebe / النبأ]

وَبَنَيْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعًا شِدَادًا

“Üstünüze yedi sağlam bina (gök) çattık.”

Neden “üstünüze” dedi de “çevrenize” demedi?

Çünkü eğer arz küre şeklinde olsaydı, “üstünüze” demezdi. Aksine “çevrenize” derdi.

Eğer arz küre şeklinde olsaydı, kürenin yalnızca bir parçasında hayat, nehirler, denizler var olur ve düzenlenirdi.

Allahu Teâlâ’nın Yûsuf Suresindeki âyetine bakalım:

[36: Yusuf / يوسف]

وَدَخَلَ مَعَهُ السِّجْنَ فَتَيَانِ قَالَ أَحَدُهُمَا إِنِّي أَرَانِي أَعْصِرُ خَمْرًا وَقَالَ الْآخَرُ إِنِّي أَرَانِي أَحْمِلُ فَوْقَ رَأْسِي خُبْزًا تَأْكُلُ الطَّيْرُ مِنْهُ نَبِّئْنَا بِتَأْوِيلِهِ إِنَّا نَرَاكَ مِنَ الْمُحْسِنِينَ

“Zindana onunla birlikte iki delikanlı daha girdi. Birisi dedi ki: “Rüyada kendimi şarap sıkarken gördüm”. Öteki de dedi ki: “Ben de başımın üstünde ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan yediğini gördüm. Bize bunun yorumunu haber ver. Çünkü biz seni iyilik edenlerden görüyoruz.”

Eğer ekmek küre şeklindeki başının üstünde olsaydı, “yüze kadar başımın çevresinde” derdi. O zaman kuşlar nasıl görecekti?

Bu yüzden Allahu Teâlâ şöyle buyurduğunda:

“وبنينا فوقكم سبعا شدادًا”

“Üstünüze yedi sağlam bina (gök) çattık.”(Nebe, 12)

Eğer arz küre şeklinde olsaydı, gökler arzın çevresinde olurdu, yani arzın hem altında hem de üstünde. Fakat gökler bizim üstümüzdedir.

FATİHA-İ ŞERİFTEKİ SIRATA’L-MUSTAKİM ÇEVRESİNDE KURAN-I KERİM TEDEBBÜRÜ

BEŞİNCİSİ:

Fizik Teorilerinin Aksine Yeni Bir Teori:

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[2: Ra’d / الرعد]

اللَّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى يُدَبِّرُ الْأَمْرَ يُفَصِّلُ الْآيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ

“Allah O’dur ki, gökleri direksiz yükseltti, onu görüyorsunuz, sonra arş üzerine istiva etti, güneşi ve ayı emrine boyun eğdirdi. Her biri belli bir vakte kadar akar gider. Bütün işleri O yönetiyor. Âyetleri O açıklıyor ki, Rabbinizin huzuruna çıkacağınızı iyi bilesiniz.”

Yükseltme, yüzey üzerinde Allahu Teâlâ’nın ayeti delili ile direksizdir.

Eğer arz küre şeklinde olsaydı, “direksiz” demezdi ve gökler arzı saran/kuşatıcı olurdu.

Burada anlıyoruz ki dikey ve yatay olmak üzere, dalga gibi yükselip inen, ikiden başka boyut yoktur. İkinciden sonra üçüncü, dördüncü ya da beşinci yoktur. Sadece yatay ve dikey vardır ve bu ikisinin arasındakiler işlevlerdir (vazifelerdir), boyutlar değildir.

Bu nedenle son zamanlarda fizik bilimciler arasında, izafiyet ve ölçüm teorisi, hatta yer çekimi teorisi gibi pek çok fizik teorisinin hatalı olduğu ortaya çıktı.

Biz yer çekimi kânununun doğru olmadığına dair kesin olarak Kur’an’dan ve sünnetten ilmî aklî ve naklî deliller ile ayrıntılı bir şekilde açıkladık.

Bizler arzın üzerinde değil, aksine Allahu Teâlâ’nın Bakara sûresi 30.âyetindeki kânunu ile arzın içinde yaşıyoruz:

“اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ”

“Ben arz/yer içinde bir halîfe yaratacağım.”(Bakara, 30)

Allahu Teâlâ’nın âyetine göre:

فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ

“Bunun üzerine şeytan onları(n ayağını) oradan kaydırdı, içinde bulundukları (Cennet yurdu)ndan çıkardı. Biz de: “Birbirinize düşman olarak inin, sizin için arz/yer içinde belirli bir vakte kadar bir karar yeri ve bir nasib vardır.” dedik.”(Bakara, 36)

Allahu Teâlâ diyor ki:

“وَلَكُمْ فِي الْاَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ اِلٰى ح۪ينٍ”

“Sizin için arz/yer içinde belirli bir vakte kadar bir karar yeri ve bir nasib vardır.”

“yer içinde /فِي الْاَرْضِ” diyor.

“yer üzerinde /عَلَى الْأَرْضِ” demiyor.

Rahman suresinin 33-35. ayetleri:

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ إِنِ اسْتَطَعْتُمْ أَنْ تَنْفُذُوا مِنْ أَقْطَارِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ إِلَّا بِسُلْطَانٍ

“Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Allah’ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz.”(Rahmân, 33)

فَبِأَيِّ آلَاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ

“Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”(Rahmân, 34)

يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلَا تَنْتَصِرَانِ

“Üzerinize ateşten alev ve duman gönderilir, kendinizi savunamazsınız.”(Rahmân, 35)

Arz eşyayı kendisine çekmez. Aksine arzı saran/kuşatan bir kılıf vardır. Bu kılıf hava ile doludur. Havanın elementleri ve bileşimleri, bizim ya da arzın sallanmaması/yalpalanmaması için insanın ve arz üzerindeki her şeyin sâbit kalması için yukarıdan aşağıya basınca sebep olur.

“Sallanma/yalpalanma” lafzı arzın bizi ya da eşyayı hareket ettirmemesi ve eşyayı sabit kılması olarak sabit olması manasındadır.

Allahu Teâlâ’nın âyetine göre:

[31:Al-Anbiyaa / الأنبياء]

وَجَعَلْنَا فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِهِمْ وَجَعَلْنَا فِيهَا فِجَاجًا سُبُلًا لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ

“Yer içinde, insanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yarattık, rahat gidebilsinler diye dağların aralarında geniş yollar var ettik.”

Yine Allahu Teâlâ’nın âyetine göre:

[15:An-Nahl / النحل]

وَأَلْقَى فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَأَنْهَارًا وَسُبُلًا لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

” Allah, yer/arz içinde yer/arz sizi sarsmasın diye sabit dağlar yerleştirdi. Yolunuzu bulmanız için de nehirler ve yollar yarattı.”

[3:Ar-Ra’d / الرعد]

وَهُوَ الَّذِي مَدَّ الْأَرْضَ وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنْهَارًا وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ فِيهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

“Arzı enine boyuna yayıp döşeyen, onun içinde ravâsî ve ırmaklar meydana getiren ve yer içinde meyvelerin hepsinden iki çift yapan O’dur. Sürekli olarak gece ile gündüzü birbirine dolamaktadır. Düşünecek olan bir kavim için bunda muhakkak ki, ibretler vardır.”

Gördük ki ravâsî hava ve havanın (arzın kılıfı olarak) arzı kuşatan elementleridir. Bu kılıf ağır bulutları taşımaktadır. Bu ağır bulutlar ise nehirlerin suyunu taşır, sonra rüzgâr gelir ve bu bulutları Allah’ın istediği yöne taşır. Öyle ki onun yağmur olarak yağdığını görürüz.

İşte bunu taşıyan ve arzın üstünde yukarıdan aşağı doğru bir ağırlık ve basınç olarak oluşan ravâsîdir, dağlar değildir.

Denizlerde med-cezire sebep olan budur, söyledikleri gibi Ay değildir. Geceleyin su dolu bulutlar toplanır ve ravâsînin üzerine basınç yapar. Dolayısıyla denizlerin suyu üzerine basınç yapar ve med oluşur.

Gündüz vakti ışığı ve sıcaklığı ile Güneş doğduğu zaman, bulutlar dağılır ve birbirinden ayrılır ya da yağmur olarak iner. Bu sıcaklık sebebiyle bulutların ağırlığı ve ravâsî üstündeki basıncı hafifler. Dolayısıyla denizler üzerindeki basınç hafifler ve su cezir olarak isimlendirildiği üzere geri döner.

Bunlar şaşkınlık ve dehşet uyandırıyor ve Kur’an’ın i’câzını/mükemmelliğini ve Kur’ân-ı Kerîm’deki kelimelerde eş anlamlılık olmadığını ortaya koyuyor.

Ravâsînin dağlar olmadığını anlıyoruz.

Çünkü arzın tabakalarının kaymaması için, arzın tabakalarının sâbit kalması için, dağlar birer kazıktır (أَوْتَاد/evtâd/kazıklar).

Allahu Teâlâ’nın Nebe suresindeki 7.âyetine göre:

وَالْجِبَالَ أَوْتَادًا

“Dağları da birer kazık kılmadık mı?”(Nebe, 7)

Dolayısıyla kazıklar dağlardır ve ravâsî değildir. Ravâsînin eş anlamlısı değildir. Onların vazifesi arzın tabakalarının kaymaması için kazık görevi görmektir.

Ancak ravâsîye gelince, ravâsî havadır, havanın elementleridir ve arzın kılıfı olan ve ona yukarıdan aşağı doğru basınç uygulayan gazların toplamıdır.

Kur’ân’ın kelimelerinde eş anlamlılık olmaması ne şaşırtıcı ve mükemmeldir.

Dağlar ve ravâsî lafızlarının Ra’d suresi olan tek bir surede geçtiğini görürüz.

Ra’d suresinin önceki âyeti olan üçüncü âyette ravâsî zikredilmiştir ve yine aynı surede yani Ra’d suresinde aşağıdaki ayette dağlar zikredilmiştir:

[31: Ra’d / الرعد]

وَلَوْ أَنَّ قُرْآنًا سُيِّرَتْ بِهِ الْجِبَالُ أَوْ قُطِّعَتْ بِهِ الْأَرْضُ أَوْ كُلِّمَ بِهِ الْمَوْتَى بَلْ لِلَّهِ الْأَمْرُ جَمِيعًا أَفَلَمْ يَيْأَسِ الَّذِينَ آمَنُوا أَنْ لَوْ يَشَاءُ اللَّهُ لَهَدَى النَّاسَ جَمِيعًا وَلَا يَزَالُ الَّذِينَ كَفَرُوا تُصِيبُهُمْ بِمَا صَنَعُوا قَارِعَةٌ أَوْ تَحُلُّ قَرِيبًا مِنْ دَارِهِمْ حَتَّى يَأْتِيَ وَعْدُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُخْلِفُ الْمِيعَادَ

“Bir Kur’ân ki, onunla dağlar yürütülse veya onunla yer parçalansa veya onunla ölüler konuşturulsa (o yine bu Kur’an olurdu). Fakat emir bütünüyle Allah’ındır. İman edenler, kâfirlerden ümit kesip daha anlamadılar mı ki, Allah dileseydi, elbette insanların hepsine toptan hidayet buyururdu. O küfürde direnenlerin kendi sanatlarıyla başlarına musibet inip duracak, ya da yurtlarının yakınına konacak. Nihayet Allah’ın vaadi gelecek. Muhakkak ki, Allah vaad ettiği zamanı şaşırmaz.”

Kur’ân’ın kelimelerinde bir i’câz olarak Kur’ân ilimleri hakkında âlimler tarafından da sabittir ki, Kur’ân’ın kelimelerinde eş anlamlılık yoktur. Yani cümlenin bağlamındaki her bir kelimenin müstakil/sâbit kendine has bir manası vardır.

Peki El Hakk Subhanehu ve Teala dağlar manası için neden iki farklı kelime kullansın ki! Zira bu surede zaten dağlar manasında “cebel” kelimesini kullanmışken aynı surede niçin “ravâsi” kelimesini de dağlar için kullansın? Demek ki ravâsi sözcüğü ile başka bir şey kastetmektedir o da ifade ettiğimiz “balans ağırlıkları” olan hava ve unsurlarıdır.

Özetle bu, Newton’un iddia ettiği yer çekimi hatasının sırrıdır.

Ondan sonra da Einstein gelmiştir ve eşya için yer çekimi olmadığını söylemiş ve buna sebep olarak arzın üzerinde yukarıdan aşağıya bir basınç olduğunu söylemiş ve bunu kara delik ile ilişkilendirmiştir.

Fakat doğru olan Kur’ân-ı Kerîm’in zikrettiği ravâsîdir ve bu, yer çekimi kânunu ve suyun kaldırma kuvveti kânununun yanlış olduğunu ortaya koymaktadır.

Biz bunları Kitabımızda (İkinci Cilt “YENİ İLİM/Kur’an Tedebbürü/Allah – Evren” ayrıntılı bir şekilde açıkladık. Ayrıca med-cezir kânununun doğru olmadığını da ve diğerlerini de..

Bunu üçüncü ciltte ve dördüncü cildimizde ayrıntılı bir şekilde zikrettik.

ALTINCISI:

Önceki kitaplarımızda Arşimet’in suyun kaldırma kuvveti kânununun doğru olmadığını söylemiştik:

Öyle ki suyun kaldırma kuvvetinin eşyanın atomları arasındaki mesafe ile alâkası vardır. Ayrıca her bir atomda protonlar, nötronlar ve çekirdek arasında mesafe vardır. Mesafe arttıkça ravâsi (hava, gazlar ve elementleri) dolar.

Sonra mesela odun parçası gibi yüzeye çıkar. Bu mesafelerin genişliği sebebiyle suyun yüzeyine çıkar ve ravâsî dolar. Sonra odun parçasının suyun üzerinde yüzmesi artar.

Bir şeyin atomları arasındaki ve aynı şeyin atomunun içindeki bu mesafeler azaldıkça, yüzmesi de azalır ve bu şeyin maddî değeri artar.

Odun parçası demirden daha ucuzdur ve demir alüminyumdan daha ucuzdur.

Bakır alüminyumdan daha pahalıdır. Gümüş, bakırdan daha pahalıdır. Altın gümüşten daha pahalıdır.

Bunun sebebi atomları arasındaki ve aynı şekilde de atomun içindeki ravâsîden (hava ve gazlardan) oluşan mesafelerin yok edilmesi için çok yüksek sıcaklıkta saflaştırılmasındandır.

Altın çıkarıldıktan/rezerv edildikten sonra ateşte saflaştırılır, şöyle dendiği gibi “Kuyumcu altını saflaştırdı.” Yani, altından ravâsinin ve fazlalıkların/kusurların çıkması ve dolayısıyla ravâsîden uzak saf altın olarak kalması ve sonra atomlarının sıkıştırılması için onu çok yüksek ateşe koydu.

Altın bu şekilde değerli/pahalı olur.

Bunun ardından altından daha kıymetli olan elmas gelir. Vâr olması için dağda ve kayalıktaki taşların içinde binlerce ya da milyonlarca sene çok şiddetli bir basınç altında kalan elmas. 

Bu basınç ravâsîyi azaltır, dolayısıyla atomla arasındaki ve atomların içindeki mesafeleri.

Eğer bir nehirde, içinde insanlar bulunan demirden bir tekneye bakarsak, onun hacmini ve içindekilerle birlikte ağırlığını da göz önünde bulundurarak, onun insanlarla birlikte suyun yüzeyinde yüzdüğünü görürüz…

Eğer aynı tekneyi, ağırlığını ve hacmini azaltmak için, içinde bulunanlardan ayırıp boşaltırsak, sonra onu bir levha, küre, dikdörtgen ya da hava almayan herhangi bir şekilde sıkıştırırsak, sonra da aynı suya bırakırsak; onun suda battığını ve hacim ve ağırlık olarak azalmasına rağmen suyun üzerinde yüzmediğini görürüz. Aynı ham madde, yani demir, yani aynı yoğunlukta olmasına rağmen o yüzmez!

Çünkü tekne onu dolduran ve kenarlarından taşıyan sonra da suyun üzerinde yüzdüren ravâsîden yani teknenin içindeki havadan ve elementlerinden boş hâle gelmiştir.

Peki öyleyse Arşimet’in suyun kaldırma kuvveti kânunu nerede?

Doğrusu bunlar, Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın, arzın ve arzın varlığının sâbit olması için, (kuru topraktan ve sudan oluşan ve her şeyin bu ikisinin içinde bulunduğu) arzın içine bıraktığı İlâhî ravâsî kânunlarıdır.

Aksi hâlde ravâsî olmasa, arzın toprağı da diğer her şey de kırılır ve yıkılır. Ravâsî genel anlamda her şeyi denge de tutan Allah’ın bize büyük bir nimetidir ancak madenlerde ne kadar az olursa o orantıda madenlerin değeri artar. Çünkü ravâsî hacmi/yoğunluğu azaltır.

Eğer ki piramidin içinde yüksek odalar olmasa ve bu odaların, içeriye havanın girmesi ve basıncın hafiflemesi için dışarıya açılımları olmasa, piramit yıkılır/düşer.

Bu yüzden biz piramitin yapısı hakkında, ondaki basıncı hafifletmek için içinde odalar bulunduğu üzere ders gördük.

Evler de bu şekildedir. Eğer onların ravâsî ile dolu odaları olmasa, yıkılır ve çökerler…

Bu vb. her şey ve piramit inşa etme fikri, onların bu kânunlarla ilgili ilimlerinden doğmuştur.

Sonra da basıncı hafifletmek için içerde odalar inşâ ettiler ve taşlar arasındaki ravâsîyi boşalttılar. Böylece binlerce yıldan beri günümüze kadar taşlar birbirine yapışık hâlde kaldı; tıpkı sabun ve cam arasında ravâsînin olmadığı gibi. 

Eğer sudan uzak ve aynı şekilde havadan da uzak bir su şişesini boşaltır ve tâ ki elinin avucunda onu tek bir kitleye dönüşünceye kadar onu sıkıştırıp kapatırsan, sonra onun ambalajını açtığında, o şişeyi eski hâline getirmen ya da tek hâle getirmen imkânsızdır…

Bu, ravâsînin boşaltılması eylemidir.

YEDİNCİSİ:

Aynı şekilde son zamanlarda arzın küre şeklinde olması gibi pek çok fizik kânunlarının doğru olmadığını keşfettiler. Bu onların, şu bağlantıda olduğu gibi eskiden yapılmış hesaplamaları yeniden yapmalarını sağladı:

https://www.alarabiya.net/science/2021/05/28/%D9%87%D9%84-%D9%83%D8%A7%D9%86-%D8%A7%D9%8A%D9%86%D8%B4%D8%AA%D8%A7%D9%8A%D9%86-%D8%B9%D9%84%D9%89-%D8%AE%D8%B7%D8%A3-%D9%86%D8%B8%D8%B1%D9%8A%D8%A9-%D8%B9%D9%86-%D8%A7%D9%84%D9%83%D9%88%D9%86-%D8%AA%D8%AA%D8%AD%D8%AF%D9%89

Fizikçi bilim adamları, Fizik alanındaki pek çok teorinin geçersiz olduğunu keşfetmekteler ve Einstein’ın izafiyet teorisi, yer çekimi teorisi vb. gibi pek çok kurallar değişecek…

Bu bizim senelerdir hatta yirmi yıldan daha fazla süredir söylediğimiz şeydir ve biz bunu ilmî, aklî ve naklî delillerle ayrıntıları ile anlattık, yayınladık ve yabancı dillerde basılı olan kitaplarda yazdık. Bizi çoğu kimseler eleştirdiler.

Allahu Teâlâ’nın ayetine göre göğü yere düşmekten O (Allah) (koruyup havada) tutuyor:

[65: Hacc / الحج]

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي الْأَرْضِ وَالْفُلْكَ تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِأَمْرِهِ وَيُمْسِكُ السَّمَاءَ أَنْ تَقَعَ عَلَى الْأَرْضِ إِلَّا بِإِذْنِهِ إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ

“Görmedin mi ki, Allah bütün yerdekileri ve emriyle denizlerde akıp giden gemileri hep sizin buyruğunuz altına verdi. Göğü de izni olmaksızın yere düşmekten o (koruyup havada) tutuyor. Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.”

Eğer arz küre şeklinde olsaydı, gök yere/yerin üzerine düşmezdi, aksine etrafına/çevresine düşerdi…

Neden güneşin arzdan/dünyadan 1,3 milyon kat daha büyük olduğunu söylüyorlar?:

İşin sırrı, güneşin dünyadan 1,3 milyon kat daha büyük olduğunu ve güneşin dünya gibi 1,3 milyon dünyayı yutmasının mümkün olduğunu söylemelerindedir.

Aşağıdakileri söylediler:

“Hacim ve Kütle: Tüm Güneş’in hacmi 1.4∗10271.4∗1027 metreküptür. Bu, Dünya gibi 1,3 milyon gezegenin, güneşin içine yerleştirilebileceği anlamına geliyor.

Güneş’in kütlesi, Dünya’nın kütlesinin 333.000 katına denk gelen 1.989 x 10301.989 x 1030 kilogramdır.

Güneş, tüm güneş sisteminin kütlesinin %99,8’ini oluşturur. Bu nedenle “Gezegenlerin Bilimleri” kitabının yazarları olan öncü gökbilimciler Imke de Pater ve Jack J. Lissauer, bazı döküntülere artı (ek) olan güneş olarak güneş sistemine işaret etmiştir.”

Ayrıca dediler ki:

“Dünya’nın kendi etrafındaki dönüşü (24 saat süren eksenel hareket) gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişini açıklar.

SEKİZİNCİSİ:

Dünyanın güneş etrafındaki dönüşü (365.25 gün süren geçiş hareketi) ve dönme ekseninin eğimi ise (bu, sunumda gösterilmemiştir) mevsimlerin farkını açıklayan şeydir.”

Fakat bizler görüyoruz ki:

Bu teori, dünyanın kendi ekseni etrafında 24 saatte bir, bir geçiş ekseninde ise her 365 gün ve artı bir çeyrek günde bir güneşin etrafında dönmesi teorisidir. Bu, Belkıs ve kavminin sahip olduğu eski bir mecûsi fikridir…

Bu İblîs’in ve Deccâl’in fikridir.

Allah ateşten olan İblîs’e, topraktan olan Âdem’e secde etmesini emretmiş iken; İblîs insanın ateşten olan güneşe secde etmesini ve onun çevresinde dönmesini, dünyanın güneşten çok daha küçük olması ile kıymetinin ve hacminin azalması fikrinin kabul görmesini sağladı.

Allah “Güneş ve Ay size musahhar kılındı (boyun eğdirildi).” buyurmasına rağmen, İblîs ve Deccâl arzı ve insanı kendi cinslerinden olan güneşe boyun eğdirmek istediler.

Bu yüzden Belkıs ve kavmini Allah’tan başka bir tanrı olarak güneşe secde ettirdiler.

DOKUZUNCUSU:

Yukarıdakilerin hepsinden yine anlamak istiyoruz:

Görevini ve vazifelerini/işlevlerini yerine getirmesi için her şeydeki aslın mustakîm (doğru) ya da düz ya da eşit olmalıdır.

Bu vazifelerini/işlevlerini yerine getirmesi içindir. Mesela elin avucu olarak işlevsel bir örnek zikredelim:

Onun aslı mustakîm (doğru) ve düzdür. Eğimli ya da yuvarlak değildir. Eğer elin avucu bir şey yapar ya da bir şeyi tutarsa, o zaman yuvarlak ya da eğimli hâle gelmesi veya büzülmesi gerekir.

Örneğin kullandığın ve düz/yayılmış olarak yere serdiğin halıyı, kış bittikten sonra onu toplarsın/yuvarlayarak katlarsın.

Üzerine yazdığın kağıdın, ona yazman için düz olması gerekir. Yazıyı bitirdikten sonra ise onu katlarsın, dürersin ya da yuvarlarsın.

Her şeyin görevini yerine getirmesi için düz olması gerekir. Onu katlayıp dürebilir ya da yuvarlayabilirsin. Hatta giydiğin gömleği bile önüne yayıp ütülersin ve giyersin.

Onu çıkardığın ya da çamaşır makinesine veya seyahat çantasına koyduğun zaman ya katlarsın ya da yuvarlarsın ki, kapladığı yeri azaltmak için…

Bu, fıtrattır ve varlığın, yaratılanların ve mantığın doğası budur.

Kâinâtta var olan her şey sırât-ı mustakîm (doğru bir yol) üzeredir. Görevleri bittikten sonra katlanırlar, kavranırlar (yakalanıp tutulurlar) ya da yuvarlanırlar.

Bu yüzden Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[104: Enbiya / الأنبياء]

يَوْمَ نَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ كَمَا بَدَأْنَا أَوَّلَ خَلْقٍ نُعِيدُهُ وَعْدًا عَلَيْنَا إِنَّا كُنَّا فَاعِلِينَ

“Göğü, kitap dürer gibi dürdüğümüz zaman, yaratmaya ilk başladığımız gibi, katımızdan verilmiş bir söz olarak onu tekrar var edeceğiz. Doğrusu biz bunları yaparız.”

Burada “kitabı dürer gibi dürdüğümüz zaman” diyor. Yani direkt “dürdüğümüz zaman” diyor ve bir benzetme yapmıyor. Göğün doğrudan dürülmesinden bahsediyor.

Kitap, onun açılması, kapanması, sağ sayfası, sol sayfası, kitabın dürülmesi fikri…

Bu kitap yapma/üretme fikri fıtrî yani doğuştandır. Çünkü El Fâtır (Yaratan) ve El Muallim (Öğretmen), tek (Vâhid) olan Subhânehu’dur.

Dolayısıyla her şey mustakîm (doğru) ve düzdür ve onların aslında ve özünde eğrilik ya da yuvarlaklık yoktur.

Fakat vazifelerinin/işlevlerinin, işleve göre şekil değiştirmesinin sakıncası yoktur.

ONUNCUSU:

Dolayısıyla Arz düz ve yayılmıştır. Vazifesini yerine getirmesi için hazırlanmıştır. Küre şeklinde ya da yuvarlak/dairesel değildir.

Neden “Arz küre şeklindedir.” dediler?:

Bunun sebeplerinden biri şudur:

Çünkü onlar arzın sınırlarını, boyutlarını ve uzaklıklarını idrak etmekte başarısız oldular ve arzın sınırlarını ya da etrafını veya acziyetlerini haklı çıkarmak, yalanlarını arttırmak, yoldan sapmak ve insanlığı yoldan saptırmak amacıyla arzdan çıkmamaları için, herhangi bir kenarını ya da sınırını idrak edemeyecekler.

Dolayısıyla hiçbir ins ve cin göklerin ve yerin tabakalarının hiçbirinden çıkamayacak.

Ay’a ya da Mars’a indiklerini iddia ettikleri gibi bilimle bir roket ya da uzay aracı gönderilebilseydi, ya da güneş, ay ve dünya arasındaki mesafeleri fotoğraflayıp ölçtülerse veya bunun tam tersi, benzer şekilde bilimsel yöntemlerle hacimlerini ölçtülerse de bunların hepsi dalâlettir, yanıltıcı (yoldan saptırıcı) ve yalandır.

Fakat Allahu Teâlâ’nın âyetine göre de zaten ulaşamayacaklardır:

[33: Rahmân / الرحمن]

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ إِنِ اسْتَطَعْتُمْ أَنْ تَنْفُذُوا مِنْ أَقْطَارِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ إِلَّا بِسُلْطَانٍ

“Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Allah’ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz.”

Buradaki “Eğer gücünüz yeterse/yapabilirseniz (إن استطعتم)” âyetine göre “İnne (إن)” lafzı şüphe ifade etmektedir… Yani arzın etrafındaki herhangi bir sınır ya da kenardan, anlamında…

[34: Rahmân / الرحمن]

فَبِأَيِّ آلَاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ

“Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”

[35: Rahmân / الرحمن]

يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلَا تَنْتَصِرَانِ

“Üzerinize ateşten alev ve duman gönderilir, kendinizi savunamazsınız.”

Âyette geçen “Kendinizi savunamazsınız (لا تنتصران)” ifadesi olumsuzluk bildirir ve arzı geçmekte, Ay’a ulaşmakta ya da ona veya onun dışındaki bir yere inmekte başarısız olunacağını veya aynı şeklide arzın kıtalarından yani kenarlarından çıkma imkânının olmadığını ifade eder.

Eğer yatay ya da dikey olarak çaba göstersen, hatta arzın sınırlarına ulaşmak ya da arzdan çıkmak için bir füzeyle olsan bile, füze uzun günler ya da geceler boyu yola devam etse de geçemeyeceksin.

Dolayısıyla insan hayatı ve karar bulması (hayatını sürdürmesi) ta kıyamet gününe kadar arzın içinde olacak ve insan ondan kesinlikle çıkamayacaktır.

Allahu Teâlâ’nın âyetine göre:

[36: Bakara / البقرة]

فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ

“Bunun üzerine şeytan onları(n ayağını) oradan kaydırdı, içinde bulundukları (Cennet yurdu)ndan çıkardı. Biz de: “Birbirinize düşman olarak inin, sizin için arz/yer içinde belirli bir vakte kadar bir karar yeri ve bir nasib vardır.” dedik.”

Arz insanın, sınırlarına varmasından âciz kalacağı kadar geniştir.

Çünkü Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[56: Ankabût / العنكبوت]

يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ أَرْضِي وَاسِعَةٌ فَإِيَّايَ فَاعْبُدُونِ

“Ey iman eden kullarım! Şüphesiz benim yarattığım Arz geniştir. O halde yalnız bana kulluk edin.”

Buradaki “geniş (واسعة)” lafzı, herhangi bir bilimsel araç (teknolojik vasıta) ile bile olsa, tâ kıyâmet gününe kadar arzın sonuna gitmenin ya da etrafına varmanın imkânsız olduğunu ifade ediyor.

Allahu Teâlâ’nın âyetine göre:

[18: Sebe / سبأ]

وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ الْقُرَى الَّتِي بَارَكْنَا فِيهَا قُرًى ظَاهِرَةً وَقَدَّرْنَا فِيهَا السَّيْرَ سِيرُوا فِيهَا لَيَالِيَ وَأَيَّامًا آمِنِينَ

“Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş geliş düzenledik. (Onlara): Buralarda gecelerce ve gündüzlerce emniyet içinde gezip yürüyün (dedik).”

“Yürüyün (سيروا)” lafzı geçiyor. Allahu Teâlâ’nın aşağıdaki surede buyurduğu gibi “(ayaklarla yürümek anlamında) yürüyün (امشوا)” demedi:

[15: Mulk / الملك]

هُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ ذَلُولًا فَامْشُوا فِي مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَإِلَيْهِ النُّشُورُ

“O size yeri boyun eğer kıldı. Haydi onun omuzlarında (dağlarında, tepelerinde) yürüyün ve Allah’ın rızkından yeyin. Dönüş ancak O’nadır.”

Bu doğru tercümedir. “Yolculuk yapın/gezip dolaşın” ya da “yol alın” demedi. Arzda yürümenin kolaylığına ve insanın onda yol alıp gideceği yere varması için arzın hazırlanıp imar edilmiş olduğuna işaret etmek için “Yürüyün (امشوا)” dedi.

ON BİRİNCİSİ:

Ancak “yol alın (سيروا)” ifâdesine gelince, bu ifâde tüm modern ve geleceğe âit ulaşım araçlarına işâret eder ve onları kapsar ve insan onlarla dahi arzın etrafına ve sonuna ulaşmaktan âcizdir.

Eğer şu anda oraya ulaşabileceğimiz en hızlı füzeyi hazırlayıp onu yakıtla doldursak ve onun yatay ve dikey olarak günlerce, haftalarca ve aylarca yol almasını sağlasak, arzın kenarlarından hiçbirine ulaşamadan yakıt ve füze tükenecektir.

Zikrettiğimiz gibi Allahu Teâlâ âyetinde arzı kesin olarak ve benzeri görülmemiş şekilde geniş olarak nitelemiştir. O derece ki bizim ilmimizin ve bilimsel araçlarımızın sınırları ile, arzın bir sonunun olmadığını anlayacağımız ölçüde…

Akılda tutulmalıdır ki, arzın etrafı zifiri karanlık, soğuk, yüksek buzlar, şiddetli fırtınalar ve ilmimiz ve bilimsel araçlarımız ile ulaşamayacağımız, sonu olmayan sulardır.

Uçarak yol alan füze için tüm denizler yakıt olsa bile, arzın kenarlarına ulaşmaksızın tüm denizler ve arzın tüm suları tükenir.

Allahu Teâlâ’nın âyetine göre:

[109: Kehf / الكهف]

قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا

“De ki: “Eğer Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, deniz muhakkak tükenecektir, bir mislini daha yardımcı getirsek bile.”

Dolayısıyla arz/yer ve gökler Allahu Teâlâ’nın kelimelerinden bir kelimedir ve Allahu Teâlâ bu ikisi için Evren “Kevn/Kâinat” buyurmaktadır. Dolayısıyla bu ikisi Allah’ın istediği gibi var olmuştur ve “İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin.” denildiği zaman “İsteyerek geldik.” demişlerdir.

Allahu Teâlâ’nın âyetine göre:

[11: Fussilet / فصلت]

ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ

“Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve Arz’a: “İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin.” dedi. Her ikisi de: “İsteyerek geldik” dediler.”

ON İKİNCİSİ:

Başarısızlıklarını haklı çıkarmak ve bütün bir insanlığı yoldan saptırmak için Bermuda Üçgeni dedikleri şeye gelince…

Deccâl, İblîs ve yardımcıları Bermuda Üçgeni’nin var olduğunu savunmuşlardır. Bu başarısızlığı haklı çıkarmak ve yoldan saptırmak için bir yalan ve de iftiradır. Bunu aşağıdaki gibi izâh edelim:

Muhakkak ki El Hakk Subhânehu ve Teâlâ Kitâb-ı Azîzinde arzı, kara (البر) ve deniz (البحر) olarak yani kuru toprak ve su olarak nitelemiştir.

Kuru toprağı kara yani sahil olarak zikretmiştir.

Şöyle denir:

“Ömer, bir karadan diğer karaya yüzdü…” Yani “bir sahilden diğer sahile…”

Dolayısıyla kara, suyun bulunduğu sahildir ve kuru toprak olur ve susuzdur.

El Hakk Subhânehu ve Teâlâ kara ve denizi böyle zikretmiştir; yani kuru toprak (sahil) ve deniz (su) ki, dünyanın/arzın en az dörtte üçü su olacak şekilde sahile denk gelen kara hariç tüm dünyanın su olduğunu anlayalım diye. Ben böyle olduğunu zannediyorum.

Dolayısıyla El Hakk arzı çoğunlukla kara ve deniz olarak niteliyor. Bundan sadece iki örnek zikredelim:

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[63: Neml / النمل]

أَمَّنْ يَهْدِيكُمْ فِي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَنْ يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِهِ أَإِلَهٌ مَعَ اللَّهِ تَعَالَى اللَّهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

“(Onlar mı hayırlı) yoksa, karanın ve denizin karanlıkları içinde size yolu bulduran, rahmetinin (yağmurun) önünde rüzgarları müjdeci olarak gönderen mi? Allah’ın yanında başka bir ilâh mı var? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir, münezzehtir.”

[41: Rûm / الروم]

ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ لِيُذِيقَهُمْ بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ

“Yaptıklarının bir kısmını tatsınlar diye insanların kendi ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki onlar hakka dönerler.”

Buna göre suyun, karanın kenarlarını ve insanın aşamadığı veya sınırlarına ulaşamadığı toprağın genişliğini, enginliğini ve aşırı karanlığını, güneşin ulaşamadığı, dolayısıyla ravâsinin yatay ve dikey olarak donduğu, insanın oraya varmaktan ya da orayı geçmekten aciz kaldığı yerlerdeki şiddetli fırtınalarını ve buzlarını çevrelediğini anlamamız gerekmektedir.

Peki öyleyse karanın en az üç katı olan suların sonunu nasıl belirler ya da oraya ulaşır?

Bu yüzden başarısızlıklarını haklı çıkarmak için Bermuda Üçgeni diye isimlendirilen bir sapma, saptırma ve yalan uydurdular. Bunun üçgen şeklinde olması imkânsızdır.

Doğru olan ise onun kuru toprağı saran, dikdörtgen ya da kare şeklinde olduğudur ve insanlar belirli bir mesafede, bu suları aşmaktan ya da ona girmekten aciz kalırlar.

Oraya giren geri dönemez ve orada tüm iletişim araçları ile bağlantı kesilir.

Bu su bölgeleri, insanlığın bilim ve imkânlarından uzaktır.

Eğer Deccâl ve İblîs oradaysa, bu onun kıssası hakkında kitabımızda zikrettiğimiz gibi, bu suların mümkün ile mümkün olmayan arasındaki sınırlarındadır.

Bu yüzden sözde büyük ve gelişmiş ülkeler arzın/dünyanın sonuna varmaktan âciz kaldıkları zaman, yatay olarak çaba gösterdiler ve hatta bizleri de Ay’a ve Mars’a gittiklerine inandırdılar.

En son geçen Ramazan ayında Çin’in fırlattığı füzeye ne oldu? Bu yatay olarak kuru toprağı yani arzı geçme çabasından başka bir şey değildir. Arzda yaşayanların üstünde yani kuru toprak üzerinde oturanların üstünde döndü. Tüm dünya ülkeleri onu gördü. Arzın yatay kenarlarını geçmekten âciz kaldı.

Ayrıca dikey olarak da âciz kaldı ve geri döndü. Bu yüzden doğası üzere ve onların kontrolü ile değil, El Hakk’ın Rahmân Suresinde (33-35. ayetler) zikrettiği gibi yanarak ve patlayarak geri döndü.

Seyyid Magdy Dawoud