Evet…Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem)) gafleti, Rabbine kullukta aşırı duyarlılık, ümmeti hakkında fazla üzüntü ve endişe duyması, tebliğdeki sorumluluk duygusunda aşırı titizliği.
Bir defasında değerli validemiz Hz. Aişe (ra) anlatıyor: Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)) geceleri mübarek ayakları şişinceye kadar ibadet ederdi. Ben kendisine,“Ey Allah’ın Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını Allah Teâlâ bağışladığı halde niçin bu kadar yoruluyorsunuz?” dedim. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)): “Ya Aişe, Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” (TİRMİZİ) buyurdu.
Şimdi de ABESE Suresi’nde Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)) ile alakalı enteresan bir konuyu vuzuha kavuşturacağız İnşaallahu Teala. Alimlerin çoğu Rasulullah’ın(sallallahu aleyhi ve sellem) bir hatasından dolayı bu surede Allah tarafından itab (azar) olunduğunu söylemişlerdir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) bütün yaratılmışların efendisidir. O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem)) Allah yetiştirmiş, eğitmiş ve öğretmiştir. NİSA Suresi’nde şöyle buyurulur:
“…ve sana bilmediklerini öğretti. Allah’ın üzerinizdeki fazlı çok büyüktür.” (NİSÂ,113)
Bu sureden, Allah’ın Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem))’i eğittiğini anlıyoruz. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) doğduğunda zaten öksüzdü 6 yaşında annesini de kaybetti. Dolayısıyla onu Allah yetiştirdi.
Bazı alimler ABASE Suresi’ni Rasulullah’ın(sallallahu aleyhi ve sellem) da hata yapabileceğine delil gösterirler. Abdullah ibnu Ummu Mektûm’a karşı hata yaptığı için peygamberini sevgi ile itab etmiştir demişlerdir.
Hani ama olan Abdullah ibnu Ummu Mektûm Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem)) yanına gelerek bir soru sormuştu, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) o an kabile reislerine İslam’ı Tebliğ ediyordu ve Abdullah ibnu Ummu Mektûm ile ilgilenmemiş tebliğine devam etmişti. Bu nedenle Allahu Teala Ayetlerin Rasulünü itab etmişti.
Biz ise bu olayı tamamen farklı anlıyoruz ve anladığımızı izah etmeye çalışacağız:
El-Hakk Subhanehu ve Teala’nın sevgilisi Ahmed, Mahmud, Muhammed, Mustafa, Nebîallah, Rasulallah, Habîballah Sallallahu Teala aleyhi ve sellem Efendimiz, Seyyidimiz, ins-u cin peygamberi, yaratılmışların en hayırlısı, velilerin rehberi, nebi ve rasullerin imamı, alemlerin rahmeti, günah ve hatalarımıza şefaatçi Hz. MUHAMMED MUSTAFA SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM günah ve hatalardan korunmuştur, hatasızdır.
O’na (sallallahu aleyhi ve sellem)) yapılan ABESE Suresi’ndeki İTAB, hatasından dolayı değil kendisini fazla yorduğundan dolayıdır. Sevgi azarıdır. Sofraya oturması için zorlanan ve oturmazsa azarlanan kişi hiç azarlanmış mı sayılır. O azar iltifatın ta kendisi değil midir!
ABESE Suresi’nin iniş sebebi şöyle açıklanır:
Tirmizi (ra) ve Hakim (ra) Hz. Aişe (ra) annemizden şöyle rivayet etmişlerdir: “Allah Elçisine Arap yarımadasının kabile reisleri gelmişlerdi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem))’ın onlarla buluşmasının nedeni onlara İSLAM dinini tebliğ etmek içindi. Tam tebliğ görevini ifa ederken sahabilerden olan âmâ Abdullah ibnu Ummu Mektûm çıkageldi. Rasulullah’a(sallallahu aleyhi ve sellem) hitab ederek sürekli “beni hidayet et, benim için karar ver bana şunu veya bunu öğret vs.” diyordu. Allah’ın Elçisi ise tepki vermiyor kabile reisleriyle ilgileniyordu.
Bunun üzerine Abdullah ibnu Ummu Mektûm (ra) sordu: “Ey Allah’ın Elçisi! Sana yanlış bir ifade de mi bulundum, yanlış bir şey mi dedim?”..diyor. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) ise: “Hayır”..diyor. Bunun üzerine bu ABESE Suresi nazil oluyor.
Yukarıdaki hadisi Ebu Ya’la (ra) ve Enes (ra) de rivayet etmişlerdir.
Bu hadis-i şerifi analiz ettiğimizde ve Abese Suresi’nin iniş sebebi olarak değerlendirdiğimizde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın kabile reisleriyle kendi evinde görüştüğünü ve onları İslam’a davet ettiğini anlarız.
O kabile reisleri uzak yollardan gelmişlerdi ve Son Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem)) davetini dinliyorlardı. İşte tam bu esnada âmâ olan Abdullah ibnu Ummu Mektûm gelerek çeşitli sorularını Rasulullah’a(sallallahu aleyhi ve sellem) soruyordu.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)) cevap vermemişti. Bunun üzerine ibnu Ummu Mektûm Rasulullah’ı(sallallahu aleyhi ve sellem) incittiğini düşünerek: “Ey Allah’ın Elçisi! Yoksa bana kırıldın mı?”..dedi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) bu defa: “Hayır”..diye karşılık verince Abdullah ibnu Ummu Mektûm rahatlayarak oradan ayrıldı. Bu olayla alakalı olarak ABESE Suresi vahyedildi.
Bu sure bir Kur’an haberidir.
Bu Kur’an haberini anlatabilmek için farklı bakış noktalarından analiz etmemiz lazım:
1) Nokta: KADİYYATUT-TAFWÎD-WAT-TAKYÎD = Görevlendirme ve sınırlandırma meselesi
El-Hakk Subhanehu ve Teala ABESE Suresi’nin 1. kelimesi ABESE: Yüzünü buruşturdu (ya da değiştirdi).
İkinci kelime: VE-TEVELLÂ: Ve (sırt) döndü.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)) âmâya sırt çevirerek nereye döndü, ne tarafa gitti ki? O (sallallahu aleyhi ve sellem)) yemek, içmek, uyumak için mi? Yoksa özel hayatına dair birtakım menfaatler için mi âmâ ile ilgilenmedi? Yoksa kabile reislerine İslam dinini anlatmak için mi?
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) tabii ki kabile reislerine İslam’ı tebliğ etmek için âmâya ilgisiz kaldı.
Rasulullah(sallallahu aleyhi ve sellem) bu tavrıyla Allahu Teala’ya gitmiş oldu. O’nun emrine koştu. Zaten öyle yapması için görevlendirilmişti. Seyyidimiz Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)) görevine ne kadar da titizdi. İstiyordu ki Bütün kabile reisleri İslam dinine girsinler ve kurtuluşa ersinler.
O (sallallahu aleyhi ve sellem)) bütün insanların durumunu kendisine dert etmişti, hepsi için hayır, rahmet ve kurtuluş istiyordu. Bu nedenle reisleri ikna etmek için titizlikle çabalıyordu. Çünkü bir kabile reisinin kurtuluşu demek bütün kabilenin kurtuluşu demekti.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)) ibnu Ummu Mektûm’a tebliğini yapmış ve Abdullah ibnu Ummu Mektûm (ra) sahabi olma şerefine ermiştir. Böylelikle Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem)) asli görevi İbnu Ummu Mektûm (ra) için tamamlanmıştı.
Bu durumda Rasulullah(sallallahu aleyhi ve sellem) iki seçenek arasında kalınca Abullah ibnu Ummu Mektûm (ra) ile mi yoksa henüz tebliğini tamamlayamadığı, karşısında duran gayri Müslim topluma mı tebliğ yapmalıydı, ne dersiniz?
Unutmamak lazım ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem))’ın son peygamber olarak kıyamete kadar gelecek olan bütün ins ve cin için tebliğ sorumluluğu vardı. Bu ne büyük sorumluluk ve ne azim bir Emanetti.
Allahu Teala bakın MUZZEMMİL Suresi’nde ne buyurur:
“Muhakkak ki, biz senin üzerine ‘oldukça ağır’ bir söz (vahy) bırakacağız.” (MUZZEMMİL, 5)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) Allah’ın emriyle sınırlıdır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) insanlara Allah’ın dinini tebliğde de Allah’ın emrine sıkı sıkıya bağlıdır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) Emrullah doğrultusunda dosdoğru yolda gitmektedir.
O’nun hali tam da:
KADİYYATUT-TAFWÎD-WAT-TAKYÎD = Görevlendirme ve sınırlandırma meselesiyle uyum içindedir.
Seyyidimiz Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)) Allah (CC) tarafından insanlara belirli sınırlar içinde vahyi tebliğ etmekle görevlendirilmiştir. Allah Rasulü, (sallallahu aleyhi ve sellem)) şahsen, fakir ve zayıf insanları sevdiği ve onlarla ilgilenmeyi tercih ettiği halde o gün fakir ve güçsüz olan İbnu Ummu Mektûm ile değil emr-i İlahi’ye uyma hassasiyeti O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem)) misafirlerle ilgilenmeye sevk etmiştir. Tebliğ görevi O’nda (sallallahu aleyhi ve sellem)) ağır basmıştır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) görevi icabı âmâya sırt cevirmiş ve kabile reislerine tebliğe devam etmiştir. Demek ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) yapılması gerekenin en iyisini yapmıştır.
Bu sırt çevirme ne öfkeden ne de ihmaldendi, ancak görev hassasiyetindendi. Rasulullah bu hassasiyetle görevini ifa ederken o kadar titiz davranıyordu ki abartıdan dolayı kendisini fazlasıyla yoruyordu.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)) için şahsen fakirler ve zayıflar daha önemliydi. Abdullah İbnu Ummu Maktûm (ra) ile beraber oturup sohbet etmek O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem)) da isteğiydi, ancak Allah emrini kendi isteğine tercih etmekteydi. Bu bakımdan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) görev titizliği dolayısıyla hizmette aşırı davranabiliyordu.
2) Nokta: FETANET = Zeka
Burada peygamberlik özelliklerinden olan fetanet yani keskin zekâ sıfatı Efendimizde (sallallahu aleyhi ve sellem)) bariz olarak yansımaktadır. Zira önceki peygamberleri inkâr edenlerin en fazla öne sürdükleri iddia şuydu: “Size ancak toplumun körleri, fakirleri ve güçsüzleri vs. tabi oluyorlar.” Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem)) tebaasını da sadece fukara, köle -yani onlara göre- aşağı tabaka insanların oluşturduğunu düşünme potansiyeli vardı. Gerçekten de kabile reisleri sonradan öyle dediler:
“Dediler ki: Sana aşağılık insanlar uymuşken biz sana iman eder miyiz?”
(ŞUARÂ, 111)
HUD Suresi’nde de şöyle buyurulmaktadır:
“Kavminin inkâr eden ileri gelenleri: ‘Biz seni ancak bizim gibi bir insan olarak görüyoruz ve ilk anda, düşünmeden sana uyan aşağılarımız dışında kimsenin sana uyduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz, aksine sizin yalancı olduğunuzu sanıyoruz’ dediler.” (HUD, 27)
Allah Elçisi Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)) ile Abdullah İbnu Ummu Mektûm arasında gerçekleşen hadisede her peygamberin sahip olduğu fetanet özelliği apaçık görülüyor. Seyyidina Muhammed Sallallahu Teala Aleyhi Ve Sellem hata, kusur yapmamıştır. O (sallallahu aleyhi ve sellem)) sadece Allah’ın emrini yerine getirmede abartılı davranmış ve dolayısıyla tebliğ konusunda kendisini hayli yormuştur.
3) Nokta: âmâ
ABESE Suresi’nin 2. Ayeti:
“Kendisine âmâ geldi, diye.” (ABESE, 2)
Allah Subhanehu ve Teala burada “âmâ” sözcüğünü rastgele kullanmıyor. Şahsın ismi malum olduğu halde âmâ kelimesini neden tercih etmiş olabilir?
Evet, Allah (CC) âmâ sözcüğü ile bize müthiş bir mesaj veriyor. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem))’ın yüzünü değiştirmesini ve sırt dönmesini âmâ olan İbnu Ummu Mektûm zaten görmedi ki incinsin. Abdullah (ra)’ın kaygısı Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve sellem)) üzdüğü yönündeydi. Bu konuda mü’minlerin annesi Hz. Aişe (ra)’nin rivayetini yukarıda zikretmiştik.
El-Hakk Subhanehu ve Teala burada bize Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem)) iki hareketini anlatıyor, ikisi de işitsel değil görsel hareket, âmânın fark edemeyeceği tavırlar.
Bu suretle Allah bize Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem)) âmâyı asla kırmadığını vurguluyor.
Dolayısıyla Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)) hakkında yanlış anlama olanaklarını engelliyor.
Allahu Teala, Rasulünün (sallallahu aleyhi ve sellem)) âmâ olan Abdullah İbnu Ummu Mektûm ile sohbet etmek arzusunda olduğunu bilmekteydi ancak tebliğ telaşından dolayı onunla ilgilenemediğini en iyi bilen de Rabbi idi. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem))’ın fukaralara, zayıflara ve âmâlara karşı olan merhametini Allahu Teala kadar kim bilebilirdi. TEVBE Suresi’nden bir örnek verebiliriz:
“Andolsun size, içinizden, sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düşkün, müminlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir.” (TEVBE,128)
Allah (CC) yukarıdaki Ayette Rasulünü (sallallahu aleyhi ve sellem)) Raûf ve Rahîm olarak takdim ediyor. Bu Ayet buraya kadar anlattıklarımızı teyit etmektedir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) âmâyı bırakarak kabile reislerine yönelmekle hata yapmamıştır. Elbette O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem)) için en sevimli uğraşı fakir ve zayıflarla meşguliyetti, ama neylersin, görev hassasiyeti O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem)) âmâya sırt döndürüp kabile reisleriyle meşgul etmiştir.
Konuyu akla biraz daha yaklaştırmak maksadıyla bir örnek daha verelim:
Düşün ki sabah işe gitmek üzere hazırlanıyorsun. Tam o esnada yıllarca görmediğin, özlemini çektiğin bir arkadaşın kapını çalıyor. Kapıyı açıyorsun ve şaşkına dönüyorsun. Kapıyı çalan şahıs özlediğin arkadaşınmış. Bu durumda ne yaparsın?
O anda saat bakıyorsun ve topu topuna 5 dakika vaktin var. Çünkü biraz sonra trenin hareket edecek. Bu durum karşısında mimiklerin nasıl olur ve yüzünüzü buruşturmaz mısın? Belki de dersin ki “kardeşim böyle zamansız gelinir mi? Ben seninle uzun uzadıya oturup muhabbet etmek isterdim. Niçin böyle yaptın?”
O arkadaşınla oturup saatlerce eski yeni günleri yad etmeyi ne kadar da istersin değil mi. Ama ne fayda görevini yerine getirmek üzere hemen yola koyulman gerekli. Ne kadar da üzülsen yapacak bir şey yok.
Bu durumda senin o arkadaşına kızman gerçek kızmak değil ki, sevgi kızması. Aslında bu kızma şekli iltifat etmenin ve karşındakine çok değer vermenin ta kendisi. Yüzünü buruşturup arkadaşına sırtını dönüp gitmen hakir görmek değil görev hassasiyetine ehemmiyet vermenin bir tezahürü. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem))’ın da Abdullah İbnu Ummu Mektûm ile arasında geçen olay budur işte.
Allahu Teala’nın bu durumun akabinde Rasulünü (sallallahu aleyhi ve sellem) itabı bu örnekte olduğu gibi anlaşılmalıdır. “Evet, sana tebliğ görevini Ben verdim, ancak bu kadar da kendini yıpratma” anlamındadır.
4) Nokta: Nübüvvetin cömertlik ve fedakarlığı
Hz. Aişe annemizin yukarıdaki rivayetinden anlıyoruz ki kabile reisleri Allah Rasulünün (sallallahu aleyhi ve sellem)) evinde misafir idiler. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)) ise hem bir Peygamber olarak hem de bir Arap olarak misafirperverlikte ve cömertlikte zirve idi.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)) saraylarda yaşamıyordu ve bahçeli evlere de sahip değildi. Hal bu iken o kısıtlı ve dar imkân çerçevesi içerisinde misafirlerine herkesten daha fazla cömertlik gösteriyordu ve onları razı ediyordu.
Evet, misafirlerini ağırlarken Efendimiz Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)) kendisini fazla yormuştu. Allahu Teala ise bu durumu kabul etmeyerek: “Neden evine misafir kabul etmekle kendini yorarsın. Sen insanlara ve cinlere gönderilmiş bir Peygambersin. Misafirlerini evinde ağırlaman hem kendine hem ailene vakit ayırman mümkün olmaz.”
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem))’ın vaktini dörde böldüğünü biliyoruz:
• Bir bölümünü Rabbine.
• Bir bölümünü ashabına.
• Bir bölümünü ailesine.
• Bir bölümünü kendisine. Kendisine ait olan bölümü de ashabına vererek kendi için hiç zaman ayırmamıştı.
“Abese ve tevella = yüzünü buruşturdu ve sırt döndü”..İlahî hitabıyla Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) hata yaptı diye itab olunmadı kendisini fazla yıpratıyor diye itab olundu.
Başka bir delil ise Rasulullah’ın sahabîlerini tebliğ amacıyla gruplar halinde çeşitli beldelere (Mısır, Habeşistan, Medine vs.) göndermesidir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) hatta yakın akrabalarından Cafer bin Ebu Tâlib’i (ra) Habeşistana gönderdi. Hz. Cafer (ra) ile birlikte Amr bin Umeyye, Ed-damriyi ve bazı Müslümanları (ra) Habeşistan Kralı’na bir mektup vererek İslam’a davet etmelerini tembihledi. Mus’âb bin Umeyr (ra)’i ise Medine-i Münevvere’ye yolladı.
Allah’ın Son Elçisi (sallallahu aleyhi ve sellem) Doğu Roma İmparatoru Herakl’a ve Fars kralı Kisrâ’ya sahabîlerini (ra) elçi olarak gönderdi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) yukarıdaki krallara Abdullah bin Huzafe el-Suhamiy (ra) ile İslam’ı tebliğ ve davet mektupları gönderdi.
Son sözler: sahabiler (ra) vakit namazlarından sonra Rasullullah (sallallahu aleyhi ve sellem))’a sorularını sorarlar ve gerekli cevaplarını alırlardı. Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem)) zaten şu ayete göre davranmaktaydı: “Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte ol. Dünya hayatının zînetini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, boş arzularına uymuş ve işi hep aşırılık olmuş kimselere boyun eğme.” (KEHF, 28)
O halde ibnu Ummu Maktum (ra) niçin sorularını namaz sonrası sormazdı da tam da misafirlerine (müşrikler) iman ve İslam hakikatlerini tebliğ ederken çıkıp geldi? Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) o durumdan cidden rahatsızlık duydu. Bu durum Allahu Teala’yı da ibnu Ummu Maktum’a karşı öfkelenderdi. Bunu nereden anlıyoruz? Bunu Allah’ın “ıbnu Ummu Maktum“ değil, “o adam geldiğinde” değil, “ămă geldiğinde” diye ifade eder. Yani: “Ey adam! Haddi gözlerin kör de aklın da mı kör! Niçin Rasulümü(sallallahu aleyhi ve sellem) rahatsız ediyorsun.”
Bu surede Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) niçin kendisini insanlar için o kadar yıpratıyor diye bir sevgi ve endişe itabı olarak itab edililmekte yani azarlanmakta. Ama ibnu Ummu Maktum (ra) öfke azarıyla azarlanmaktadır.
Vallahu Teala ala ve alam
Sayyid Magdy Dawoud