You are currently viewing Arapların lehine değil, aleyhine delil olarak Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) Araplardan gelişi ve aynı şekilde Kur’ân’ın Arapça dilinde kılınması ve inişi

Arapların lehine değil, aleyhine delil olarak Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) Araplardan gelişi ve aynı şekilde Kur’ân’ın Arapça dilinde kılınması ve inişi

Magdy Dawoud’dan Bir Araştırma:

Arkadaşım El-Üstâz …………..’in sayfasındaki açıklamamı eleştiren bir kardeşe cevap olarak.. Onun eleştirisinin bir nüshası (kopyası), aşağıda yazıldığı gibidir:

“Bana sadece sorgulamam için izin ver: Sen Nebi’ye, Araplar olarak nitelediğin insanlar arasından gelen dine, onların ortasından olan kaynağa imân ediyorsun. Nebi’nin soyu onlara uzanıyor (Nebi onlarla bağlantılı). Öyleyse dinin kendileri arasından geldiği Arap, bedevi ve sahrâvilerle, Arap yarımadasını temel alarak inen, Mısır’da sana inmeyen, Arapça kitap arasında nasıl çelişki buluyorsun? Bu doğrultuda onlar hakkındaki net itirazını (reddini) ve onlar “İslâm’ın aslı (kökü)” olduğu hâlde onların Mısır’a kin güden kimselerden vs. ibaret olduğunu açıkla?! Bitti..

Cevap:

Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke’de gönderilişi ve Kur’ân’ın Arapların dilinde inmesi, Araplara ve özellikle bedevilere karşı onların aleyhine iki delildir. Araplar ve bedevilerin lehine değil.. Aşağıda açıkladığım gibi:

Değerli Kardeş Emir El-Âmiri, bize izin ver ki benim zikrettiklerime cevap olarak söylediklerini tarafsızlıkla ve delillerle aşağıdaki gibi araştıralım.

Bismillâhirrahmânirrahîm
Velhamdulillâhi Rabbi’l-Âlemîn
Salât ve Selâm Allahu Teâlâ’nın yarattıklarının en hayırlısına, O’nun pâk Âline ve tüm Ashâbına olsun.

Eşhedu En Lâ İlâhe İllallah ve Enne Seyyidinâ ve Nebiyyinâ Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem Rasulullah.

Konuya gelince;

Din onların arasından ve onların diliyle, onların aleyhine delil olarak geldi, onların lehine delil olarak değil.. Buna delil, onların Nebi’ye (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı mücadeleleridir. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) onların nazarında dün Sâdiku’l-Emîn’di (doğru sözlü, güvenilir), bugün yalancı deli oldu.

Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilişi, beraberinde hicreti getirdi, yani zulüm.. Hatta O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) ailesinden ve kavminden bazıları tarafından.. (Ya da yoksa benim kavmim tarafından mı???!!!!

Onlar insanların, Seyyidinâ Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem) en fazla tanıyanı..

Şimdi dil noktasına gelelim, yani Kur’ân’ın Arapça dilinde inmesi de Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) ile savaşan ve O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisine şeytandan vahiy gelen bir şair olduğunu söyleyen Araplara, Mekke’nin medeniyetsiz insanlarına karşı bir delildir.

Onlar (şiir için) panayır kuran ve yarışma düzenleyen dilcilerdi (yani dil ehli kimseler). Kur’ân’ın i’câzını ve Kur’ân dilindeki eşsizlikleri bilmişlerdi. Fakat onlar Nebi’ye (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı savaştılar ve “deli bir şair” dediler.

Bu bedeviler O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) bununla da bırakmadı. Hatta Nebi’ye (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı savaşlar ve gazveler hazırladılar. O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) ablukaya aldılar. Tâ ki O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) tâbi olanlar, (açlıktan) ağaçların yapraklarını yiyecek duruma düşene kadar..

Ülke olarak uzaklardaki Necâşi Nebi’yi (sallallahu aleyhi ve sellem) görmeden, sadece Meryem suresinin bir kısmı ile O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) tasdikledi, inandı ve o acemdi (Arap değildi). İlk hicret edenler ona sığındılar.

Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke’den ağlayarak çıktığında demedi mi?:

“Biliyorum ki sen arzın Allah’a en sevimli toprağısın. Eğer ki senin ehlin beni çıkarmasaydı, ben çıkmazdım.”

Evet.. Evet..

Allah ona “Ummu’l-Kurâ (Şehirlerin Anası)” dediğinde ve Rasulü de “Ey Mekke” dediğinde doğru söyledi.

“لِتُنْذِرَ اُمَّ الْقُرٰى وَمَنْ حَوْلَهَا”

“Litunzira umme’l-kurâ ve men havlehâ”

“Şehirlerin anasını ve çevresinde olanları uyarman için..”(Şûrâ,7)

(قَريَة = karye = köy
قُرَى = kurâ = köyler)

Kur’ân’ın tamamında karyenin zikrediliş mânâsını araştır. Allahu Teâlâ Kur’ân’ı tedebbür sebebiyle indirdiği için, onun âyetlerini ve kelimelerini tedebbür et.

Subhânehu ve Teâlâ:

“(Bu), âyetlerini tedebbür etsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübârek bir kitaptır.”(Sâd,29)

Allah Subhânehu’nun emrine itaat edersek, karye (قَريَة – köy) ve medîne (مَدِينَة – şehir) arasında zıt yönde bir fark görürüz. Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın Mısır hakkında zikrettiği medîne (مَدِينَة – şehir):

“وَقَالَ نِسْوَةٌ فِي الْمَد۪ينَةِ..”

“ve kâle nisvetun fi’l-medîne..”

“Şehirde bazı kadınlar dedi ki..”(Yusuf,30)

“وَجَٓاءَ مِنْ اَقْصَا الْمَد۪ينَةِ “”رَجُلٌ”” يَسْعٰى”

“ve câe min aksâ’l-medîneti “”raculun”” yes’â”

“Şehrin öbür ucundan “”bir adam”” koşarak geldi..”(Yâsin,20)

Subhânehu ve Teâlâ bir adam (رَجُلٌ – raculun) diyor. Öyleyse Kur’ân’ın tamamında bir adam (رَجُلٌ – raculun) lafzını tedebbür et.

Onun bir kısmını şöyle zikredelim:

Yukarıda geçen adam, Musa’nın (as) beraberindedir ve bu Firavun ailesinden olan adam mü’mindir. Ki Kur’ân bir sureyi, onun ismiyle (mü’min sıfatıyla) Ğâfir-Mü’min olarak isimlendirmiştir.

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“”رِجَالٌۙ”” لَا تُلْه۪يهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ”

“”ricâlun”” lâ tulhîhim ticâratun velâ bey’un an zikrillâh”

“Ne bir ticâretin ne de satışın kendilerini Allah’ı zikretmekten asla alıkoymayan öyle “”adamlar”” vardır ki..”(Nûr,37)

(رَجُلٌ = raculun = adam
رِجَالٌ = ricâlun = adamlar)

Evet. Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın emrine uyarak ve Allahu Teâlâ’nın âyetindeki gibi Kur’ân’ın inişi sebebiyle, Kur’ân’ı tedebbür etmek sana farz.

“لِيَدَّبَّرُٓوا اٰيَاتِه۪ وَلِيَتَذَكَّرَ اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ

“Li-yeddebberû âyâtihi ve li-yetezekkera ulû’l-elbâb”

“..âyetlerini tedebbür etsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye..”(Sâd,29)

Burada lâm var (..li-yeddebberû ve li-yetezekkera.. -li olarak okunuyor. Anlam olarak da ‘etsinler, öğüt alsınlar diye’..) Bu lâm sebep ve illet (neden) bildiren lâmdır.

Eğer Kur’ân’ı tedebbür edersek, karye (قَريَة – köy) ve medîne (مَدِينَة – şehir) arasında birbirine tezat oldukları farkı görürüz. Bu nedenle El-Hakk, Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem), O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) Ashâbının, Ummu’l-Kurâ yani fesat ehli insanların zulüm ve baskısından hicret edenler olarak kendisine gelmeleri ile nurlanan ve aydınlanan Şehir – El-Medîne diye isimlendirmiştir.

Sözlerimi yanlış anlamaman için diyorum ki Mekke (Ummu’l-Kurâ) arzın en temiz, en mübârek toprağıdır ve Allah’a en sevgili olanıdır. Bizler o toprağın kutsallığını ikrâr ederiz (onu yüceltiriz). Onun toprağının her zerresinin kutsallığını, şu delile yâkinen (kesin) inanma ve teslimiyet ile ikrâr ederiz;

Kur’ân’da fesat yalnızca mekân sâkinleri ile (bir yerde oturanlarla, yaşayanlarla) bağlantılıdır, mekân ile değil. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“İnsanların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden, karada ve denizde fesat ortaya çıktı.”(Rum,41)

“Kendilerine ‘Yer içinde fesat çıkarmayın.’ denildiğinde, ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. Doğrusu onlar fesatçıların ta kendileridir, fakat farkında değildirler.”(Bakara,11-12)

Kur’ân âyetlerinin tamamında aynı şekilde. Eğer Kur’ân’ı tedebbür edersek, fesadın mekânda oturan (yaşayan) kimselerin elleriyle olduğunu görürüz, mekânla değil. Karye (قَريَة – köy) ve medîne (مَدِينَة – şehir) arasındaki, tezat oldukları farkın (orada yaşayan) sâkinler hakkında olduğunu görürüz (Mekke ehli ve Medine ehli de böyledir).

Allahu Teâlâ’nın Ahzâb sûresinde buyurduğunu teemmül et:

“لَّئِن لَّمْ يَنتَهِ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ وَالْمُرْجِفُونَ فِي “”الْمَدِينَةِ”” لَنُغْرِيَنَّكَ بِهِمْ ثُمَّ لَا يُجَاوِرُونَكَ فِيهَا إِلَّا قَلِيلًا”

“Andolsun eğer, münâfıklar, kalplerinde hastalık olanlar ve “”şehirde”” kötü haberler yayanlar (yaptıklarından) vazgeçmezlerse seni üzerlerine musallat ederiz. Sonra orada senin yanında ancak az bir süre kalabilirler.”(Ahzâb,60)

Şehirde kötü haber yayan kimseler, muhakkak ki bedeviler ve o zamanki münâfık Yahudilerdir. Tâ ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları oradan çıkarıncaya, Hayber’de onların peşine düşüp yenilgiye uğratıncaya kadar..

Akli ve nakli tarafsızlık, mantıksal delil ve tarihsel gerçeklikle teemmül edelim:

Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke halkına, kendi kavmine ve ailesine getirdiği mucizeler bir tarafa; şâyet Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) Mısırlılara (şehir ve şehirler ehline) gelseydi ve o zamanlar dilleri Arapça olsaydı, Rasulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı hiç mücadele etmeden Müslüman olurlardı. Buna delil ise, Hz.Ömer bin Hattâb, kendilerine Sahâbe’den dört kişiyi gönderdiğinde, İslâm’ı, bir damla bile kan dökmeden kabul etmiş, benimsemiş olmalarıdır.

Çünkü onlar, bunu delilsiz bir şekilde reddedenlerin düşmanlıklarına, büyüklük taslayıp gururlananların kibrine rağmen, akıl ehli, dine düşkün, gelişmiş ve süreklilik gösteren bir fikir medeniyeti ehlidir. Bu medeniyet, Kur’ân yani İslâm dinini nasıl okuyacağını ve Kur’ân’ın ilimlerini ve dilini nasıl öğreteceğini vahiy ehlinden öğrenen bir medeniyettir.

Hindistan İslâm’a girdi ve oradakiler İslâm’ı benimsediler. Davranışlar kılıçlı ve kan dökmeyle değildi. Nebi’ye (sallallahu aleyhi ve sellem), Müslümanlara, davete ve vahye karşı savaşan, Nebi’ye (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Müslümanlara zulmeden bedevilerden uzaktaki pekçok ülke ve şehir de buna benzer durumdaydı.

Yukarıda zikrettiklerimizi anlayalım:

Birincisi:

Mekke’deki Müslümanların, oradaki varlıkları sebebiyle şerefi ve kurtuluşu; yani Araplardan itaat etmiş olanlar. Aksi durumda olanlar ise Allah’ın lanetiyle lanetlendiler.

İkincisi:

Arapların şerefi, Kur’ân ile ve onun, onların dilleriyle inmesi sebebiyledir. Dil, lisândır, kavim (topluluk) değildir. Kim Arapça konuşuyorsa, Mısır veya diğer ülkelerin halklarında olduğu gibi Arap’tır. Sonradan Araplaşmış (yani Arap dilini, kültürünü benimsemiş) olanlara da Arap denmektedir.

Üçüncüsü:

Anlıyoruz ki nebilerin sonuncusu ve onların imâmı, Allahu Teâlâ’nın yarattıklarının Seyyidi (Efendisi), Seyyidinâ Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), onların hastalığının şiddeti ve (bulaşıcı) hastalıklarının yayılması sebebiyle Araplardan (bedeviler ve kabileler arasından) geldi. Öyle ki peygamberler, Allah’a davet etmek, insanlığın fesadını düzeltmek, onların kalbî, ruhî, aklî hastalıklarını tedavi etmek için geldiler.

Onlar Allahu Teâlâ’nın muradıyla, insanlığa gönderilmek üzere seçilmiş doktorlardır. Onların en azîmi (büyüğü) Seyydinâ Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Araplardan geldi. Kur’ân onların dilinde indi ve Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) onların aleyhine yani onlara karşı bir delil oldu. Aynı şekilde Arapça dili de onların aleyhine bir delil oldu. Bu ikisi yani Kur’ân ve Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) onların hastalığına ve hatta bu hastalığın şiddetine karşı iki delildir.

Eğer Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) Mısır veya Irak vs.gibi kendisinde medeniyet ve fikir (düşünme) bulunan bir ülkeye gelseydi, hepsi birden Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile hiç savaşmadan, mücadele etmeden Müslüman olurlardı.. Fakat büyük doktor, içinde büyük hastalığın yayıldığı eve geldi. Aksi takdirde önceden beri söylediğimiz her şey İslâm ve akîdesi ile çelişki içinde olur.

“Ey insanlar, gerçekten Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimler ve kabileler kıldık. Sizin Allah katında en şerefli olanınız, en takvâlı olanınızdır.”(Hucurât,13)

“Arabın Aceme üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.”

“Bana itaat edene cennet kılındı, velev ki o Habeşli bir köle de olsa. Bana âsi olana cehennem kılındı, velev ki o Kureyşli bir şerif de (soylu da) olsa.”

Bu yüzden Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem), O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) gelişiyle şereflenen Araplardan gelmesi ve yine Kur’ân’ın o dilde inişiyle şereflenen Arap dili, -İslâm’a tutunmayan- Arapların aleyhine iki delildir, lehine değil.

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“إِنَّا جَعَلْنَٰهُ قُرْءَٰنًا عَرَبِيًّا لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ”

“İnnâ ce’alnâhu kur’ânen arabiyyen le’allekum ta’kilûn”

“Şüphesiz biz onu belki akıl edersiniz diye Arapça bir Kur’ân kıldık.”(Zuhruf,3)

(جَعَلنَاهُ = ce’alnâhu = (onu) kıldık
جَعَلَ = ce’ale = kıldı)

Kur’ân, onu akletmek, uygulamak için anlamak üzere Arapça dilinde kılındı. Arap dilinin, onu konuşanların ve diğerlerinden üstünlüğü sebebiyle ve diğerlerinin küçültülmesi için değil. Buradaki mânâ, Arapların dilinin beşer dili olmasıdır.

Yani beşerî bir dil (insan dili) olarak Arapça dilinde indirildi ki, onu anlayabilmeleri için Arapların dışında kalan diğer insanların dillerine de tercüme edilsin diye.. Ki Allah bunu âyetinde vurguladı.

(جَعَلنَاهُ):

“ce’alnâhu = biz onu kıldık”

(لَعَلَّكُم تَعقِلُونَ):

“le’allekum ta’kilûn = belki akıl edersiniz diye”

Ayrıca Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz O, bizim katımızda olan Ummu’l-Kitap’tadır (Kitabın Anası); çok yücedir, hakîmdir (çok hikmetli).”(Zuhruf,4)

Kur’ân, insan diliyle tahayyülünden (imgelenmesinden) çok daha yüce ve azîmdir. Çünkü o, El-Kerîmu’l-Azîm olan Allahu Teâlâ’nın kelâmıdır. Arapça dilinde kılınarak, beşeri bir dile (yani insan diline) dönüştürülmüştür ki, tâ kıyâmet gününe kadar Arapça dilindeki i’câz ile insanlar onu anlayabilsin ve de onların dillerine tercüme edilebilsin diye.

Çünkü o, kendisine önünden veya arkasından bâtılın gelemediği, Allahu Teâlâ’nın kelâmıdır. Allah’ın metîn (sağlam) ipi ve tutunulacak sağlam bir kulptur (bağdır). Onunla hükmeden âdil olur. Onunla konuşan doğru söyler. Bizden önceki haber ve bizden sonraki haber ondadır.

Dünya, din, saadet, iki cihanda kurtuluş.. Kur’ân’ın ilimlerinde Araplardan önce Acemler öne çıktı, üstün oldu, Fahreddin Râzî gibi.. Fars Acemlerinden Selmân-ı Fârisî, Allahu Teâlâ’nın yarattıklarının en hayırlısı olan Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) ehli beytinden kılındı..

“O her gün bir iştedir.”(Rahmân,29)

El-Hâlık, (Yaratan) insanlarla ve cinlerle, her gün Kur’ân yolu ile onların hâlleri ve ihtiyaçlarıyla ilgili konuşur. Her zaman, her mekân ve her dilde..

Ancak biz kulakları sağır, gözleri kör, dili hakkı konuşmaz kıldık. Onlarca hatta yüzlerce sene dedikodularla yetindik.

Kur’ân’ı Allahu Teâlâ’nın “O her gün bir iştedir.” âyetinin hedefine uygun olarak tefsir etmedik.

El-Hakk her zaman, her mekân ve her hâl üzere bize Kur’ân’ın i’câzıyla konuşuyor.

Keşke Kur’ân’ı hatırda tutmak, onu anlamak ve uygulamak için tedebbür etseydik de şu anda olduğu gibi zeliller olarak ihtilâfa düşmeseydik..

Ancak biz bölünmelere teşvik ediyoruz ve bozulmuş cahiliye kavimleri için savaşıyoruz.

Tüm dinleri içine alan (bir araya toplayan) ve selamet ve güven içinde delil ve kanıt ile tüm fikirleri konuşan, tek bir kardeş ümmet olalım.

Allahu Teâlâ, en yücedir ve en iyi bilendir. O El-Halîmu’l-Ğaffâr’dır. Eğer isabet ettirdiysem, O’nun fadlındandır. Eğer hata ettiysem benim cahilliğimdendir. Ey kerîm El-Âmirî kardeşim, ne sözlerde inançla çelişkiliyim, ne de İslâm’a nispet etme ve ona bağlamada. O benim dinim ve vatanım. O benim ismim, kastım (hedefim) ve hayatım. Onunla yaşarım. Onun üzere ölürüm. Onunla dirilirim İnşaallahu Teâlâ.

Allah’ım, Seyyidinâ Muhammed’e, O’nun Âline ve Ashâbına salât ve selâm eyle ve (onlardan) razı ol.

Sayyid Magdy Dawoud