Sohbetimiz İnşaallahu Teala, Allah’ı akletmek ve tasvir etmek hakkında olacaktır. Bütün dinler zaviyesinden ve özellikle aynı kaynaktan gelen semavî veya İbrahimi dinler dediğimiz Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam açısından Allah’ı akletmek, kavramak ve tasvir etmek.
Yahudiler Tevrat’ı tahrif ederek yani bozarak maddileşmesine konsantre oldular ve dolayısıyla doğru yoldan saptılar. Dinlerini maddileştirince dengeyi kaçırarak manayı ihmal ettiler. Hatta iptal ettiler. Dolayısıyla kaybettiler. Henüz peygamberleri Musa (as) zamanında zaten toplum karakteri olarak bu evrilmenin bu eğilimin işaretlerini taşıyorlardı. Nisa Suresinde ifade edildiğine göre, Musa (as)’dan Allah’ı kendilerine apaçık göstermesini talep etmişlerdi. Nisa Suresi 153. ayet-i kerimede buyrulduğu gibi:
“GEÇMİŞTEKİ ‘BİZE KİTAP VERİLDİ.’ DİYENLER, SENİN ONLAR ÜZERİNE GÖKTEN BİR KİTAP İNDİRMENİ İSTERLER. ONLAR MUSA’DAN BUNUN DAHA BÜYÜĞÜNÜ İSTEMİŞLER VE ‘ALLAH’I AÇIKÇA BİZE GÖSTER.’ DEMİŞLERDİ DE, BU ÇARPIKLIKLARI YÜZÜNDEN ONLARI BİR CEZA YILDIRIMI ÇARPMIŞTI.”
(NİSA, 153)
Bu istekleri, her şeyi maddî olarak görmek istediklerinin bir göstergesiydi ve dediler ki “Allah’ın eli cimridir.” Evet bunu da söylediler. Nasıl bir anlayış, nasıl bir itikat, nasıl bir görüş ki ‘Allah’ın eli cimridir’ diyebildiler. Bakınız Allahu Teala ve Subhanu-l Hakk hakkındaki anlayışlarına… O toplumu o maddileşmiş anlayıştan kurtarmak ve ruhani tarafı geliştirmek için, İsa (as) gönderildi. Zira Tevrat tahrif edilmişti. Bu nedenle İsa (as)’dan sonra gelenler her şeyi sevgiye bağladılar. Her şeyi sevgiyle çözmeye çalıştılar. Hatta ‘Allah sevgidir’ dediler. Barış dediler, kardeşlik sloganlarıyla yetindiler. Her şeyi soyut mana olarak gördüler ve Hristiyanlık bu nedenle hayatın maddî hareketliliğini görmezden geldi.
Maddî hareketliliği ve hayatın bölümlerini kendi kendine bıraktılar. Sadece soyut kavramlarla yetindiler. Madem Yahudiler maddî tarafları öne çıkardılar ve sonra o anlayışı düzeltmek üzere Hristiyanlar ise mana tarafına ağırlık vererek, hayat hareketliliğini ve toplum düzenini göz ardı ettiler.
O halde Allah bu dengeyi gözetecek dinamiklere sahip bir din gönderecek, toplumu o dine davet edecekti. Evet, öyle oldu. İslam dini maddeye de manaya da hakkını verecek öğretileri beraberinde getirmiştir. İslam dinine tabi olan maddî ve manevî tarafın ihtiyaçlarını karşılayacak ve dünya ve ahiret saadetine mensubunu başarıyla ulaştıracaktır.
Hristiyanlar o kadar mana yoğunluğu yaşadıkları halde, dengeyi doğru kuramadıkları için ölçüyü kaçırarak maddileşme aşırılığından kurtulamadılar. Çünkü onlar da sonradan dediler ki baba, oğul ve kutsal ruh (Ruhu’l-Kuds). Yani hâşâ ki baba Allah, oğul İsa ve kutsal ruh Meryem olmuş oluyor. Onlar da madde gözüyle görecekleri bir ilah isteğine kapıldılar. İsa’ya ‘Tanrı oğlu’ dediler. Çünkü Allah’ı tasvir ve tarif etmeye, resmetmeye, hayal etmeye, gözlerinde canlandırmaya çalıştılar ve bu hastalığa tutuldular. Yahudiler de Hristiyanlar da inhiraf ettiler. Doğru yoldan saptılar.
Ey insan! Sende ruh var ve her organını canlandırarak maddi ve manevi aksamını hareketlendirerek varlığını ispat ediyor değil mi? Ruh bedeninden çıkınca, hiçbir azan çalışmıyor, işlemiyor. O ruhla gözlerin görüyor, aklın işliyor, kalbin çalışıyor, bütün organların çalışıyor. İşte hepsi o ruhla çalışıyor.
Ruh bedenden çıkınca hepsi niçin birden havası çekilmiş bir balon gibi sönüp kalıyor, yere düşüyor, toprakla bir oluyor, herhangi bir çer-çöp gibi oluyor ve manasını yitiriyor. Gözle parmağın bir farkı kalmıyor. Birisi bir yağ parçası birisi bir et parçası, kemik parçası? Demek ki bunlara işlevini yaptıran, bedendeki ruhtur. Ruh gitti, bunlar hepsi aynı oldu, toprak oldu. Ruh bedenden çıkınca, hiçbir aza çalışmıyor, işlemiyor.
Şimdi sen kendi bedenindeki, içindeki ruhun varlığını bildiğin halde onu kuşatıcı olarak tanıyamıyorsun da gözünde canlandıramıyorsun da, şekil veremiyorsun, ‘ruhumun şekli şöyledir’ diyemiyorsun da, o ruhun da senin de alemlerin de Rabbi olan Allah’ı nasıl tasavvur etmeye kalkıyorsun?!
Bu, insanoğlunun ne acayip bir girişimi!
Burada şu noktaya vurgu yapalım. Allah akledilebilir yani kavranabilir ama tasvir edilemez, şekillendirilemez.
Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır;
“LEYSE KEMİSLİHİ ŞEY’UN.”
“O’NA BENZEYEN HİÇBİR ŞEY YOKTUR.”
Yine Allahu Teala En’am Suresi 103’te şöyle buyurmaktadır:
“LÂ TUDRİKUHU’L-EBSÂRE VE HUVA YUDRİKU’L-EBSÂR”
“GÖZLER O’NU İDRÂK EDEMEZ AMA O, GÖZLERİ İDRÂK EDER”
(EN’AM, 103)
Bir örnek yaparak akla yaklaştıralım:
Bir ev düşününüz. İçerisinde on kişi toplanmış sohbet ediyor. O esnada zil çalıyor. Dışarıda, kapı arkasında birisi duruyor. Herkes bu konuda hemfikir. Ama zili çalanın tasavvuru konusunda on kişinin onu da ayrı fikir sahibi ve ayrı tasvir ve tarif sahibi olacağından, hiçbiri hemfikir olamaz. Bir kişinin kapının arkasında olduğu konusunda hiçbir ihtilaf yok. Hiçbir görüş ayrılığı yok.
Bir kişi kapıyı çaldı. Ama onun kim olduğu konusunda eğer fikir yürütecek olurlarsa, kim olduğunu anlamaya çalışacak olurlarsa; gözlerinde şekillendirmeye kalkışacak olurlarsa bakın ne çıkar ortaya… Birisi bir adam diyecektir. Birisi bir kadın diyecektir. Birisi bir yaşlı dede, birisi nine, birisi çocuk diyecektir. Kanundan kaçan birisi varsa aralarında, ‘mutlaka polistir, beni almaya geldi’ diyecektir. Herkes farklı bir yorum, tasvir içine gidecektir. Yüz kişi olsa bu görüş ayrılığı yüze çıkacaktır.
Allah konusunda da O’nun varlığı, kesin. Hemfikiriz O’nun varlığı konusunda, O’nun varlığını kavrarız. Deriz ki ‘O var.’ Aklımız bu yeteneğe sahiptir ve bunu akledebiliriz. Ama ne’liğini, niteliğini, niceliğini ve nasılını tarif etmek ve anlamaktan aciziz. Şekil vererek gözlerimizde canlandıramayız. Eğer tasvir etmeye kalkışırsak, Yahudi ve Hristiyanların düştükleri durumlara düşeriz Allah korusun. İslam bizi o yanlışlardan korumaktadır.
Allahu Teala:
“SUBHÂNE RABBIKE RABBI-L’IZZETI ‘AMMÂ YASIFÛN”
“SENIN GÜÇLÜ OLAN RABBIN, ONLARIN VASIFLANDIRMALARINDAN MÜNEZZEHTIR.”
(SÂFFÂT, 180) … buyurmaktadır.
Bu örneği Allahu Teala için alacak olursak, hepimizin ortak fikri bütün yaratıklar olarak şuurlu, akıl sahipleri olarak bir Yaradan var. Ama nasılsız, necisiz bir anlayış. İçimizdeki ve dışımızdaki bütün deliller bir Yaratıcının varlığından haber veriyor. İçimizdeki deliller de duygu düşüncemizdeki, hissimizdeki ve dışardaki deliller de el ele vermiş ve bir yaratıcı vardır diye ilan ediyorlar.
Organlarımızın, duyu ve duygularımızın gücü Allah’ı kuşatmaktan ve anlamaktan acizdir. Bir cüz’, kül’ konusunda, yani bir parça, bütünü kuşatma konusunda acizdir. Ama bütün, bir parçayı kuşatabilir. Göreceli ve nisbî olan, mutlak olanı kuşatamaz. Bizler göreceliyiz. Bizim güçlerimiz görecelidir. “Rölatif” dir. Ama Allah mutlaktır. Bütün sıfatları mutlaktır. Mutlak olanı biz kuşatamayız ama mutlak olan bizi kuşatır. Mutlak olan Hâlık, göreceli olan mahlukunu kuşatıcıdır.
İslam dini Yahudiliğin ve Hristiyanlığın değiştirdiklerini ve eksik bıraktıklarını son din olarak tastamam eyledi, tamamladı. Hayatın bütün hareket sahalarını düzenledi ve maddî ve manevî dengeyi sağladı, kurdu, korudu ve yaşattı. İnsanın doğumundan ölümüne kadar onun maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşıladı.
Tekrar gelelim on kişinin oturduğu eve ve zili çalınan kapıya… Eğer kapının arkasındaki şahıs, kendisini bize tanıtırsa, bize tanıttığı ve kendisi hakkında bizimle paylaştıkları kadarını biliriz. Allahu Teala emin olan Muhammedu-l Emin’e(sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini tanıttı ve bize O’nun vesilesiyle kendisini tanıttı. Allahu Teala’yı Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerle kavrıyoruz ve dolayısıyla Esmau-l Husna ile kavrıyoruz. Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de Muhammedun Rasulullah buyurmaktadır. Sahabe (ra) ve Müslümanlar için şöyle demektedir:
“MUHAMMED ALLAH’IN RASULÜDÜR. ONUNLA BERABER OLANLAR, İNKARCILARA KARŞI ÇETİN, SERT, BİRBİRLERİNE KARŞI DA MERHAMETLİDİRLER.”
(FETİH, 29)
Eğer sadece sert olsalardı, herkese sert olacaklardı. Merhametli yani ılımlı ve yumuşak olsalardı, herkese karşı yumuşak olacaklardı. Yine bir denge problemi yaşanacaktı, yaşayacaklardı. İyiye de kötüye de yumuşak olurlardı, iyiye de kötüye de sert olurlardı. Müslümanlar iki taraf için de gereğini yapmakla yani iyiye karşı yumuşak, kötüye karşı sert, gereğine göre, ihtiyaca göre davranmakla eğitildiler. Kim eğitti?
İslam dini kendi dinamikleri içerisinde öğretir ve terbiyesi içerisinde mensuplarını bu şekilde eğitir. Bu eğitim İslam dini vesilesiyle Allah’ın kudretinin bir tecellisidir. Ama mühim olan, bu dine samimiyetle kendini teslim etmektir. Bu yerine göre davranış biçimi ne Yahudilikte ne de Hristiyanlıkta vardır. Bu denge bir türlü kurulamamıştı. Bu ancak Müslümanlarda mevcuttur. Bu özellikler hem maddî tarafı hem manevî tarafı dengelemektedir ve İslam’ın özetini de göstermektedir.
Ayetin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“ONLARIN, RÜKÛ VE SECDE HÂLINDE, ALLAH’TAN LÜTUF VE HOŞNUTLUK ISTEDIKLERINI GÖRÜRSÜN. ONLARIN SECDE ESERI OLAN ALAMETLERI YÜZLERINDEDIR. İŞTE BU, ONLARIN TEVRAT’TA VE İNCIL’DE ANLATILAN DURUMLARIDIR: ONLAR FILIZINI ÇIKARMIŞ, ONU KUVVETLENDIRMIŞ, KALINLAŞMIŞ, GÖVDESI ÜZERINE DIKILMIŞ, ZIRAATÇILARIN HOŞUNA GIDEN BIR EKIN GIBIDIRLER. ALLAH, KENDILERI SEBEBIYLE INKÂRCILARI ÖFKELENDIRMEK IÇIN ONLARI BÖYLE SAĞLAM VE DIRENÇLI KILAR. ALLAH, IÇLERINDEN IMAN EDIP SALIH AMEL IŞLEYENLERE BIR BAĞIŞLAMA VE BÜYÜK BIR MÜKÂFAT VAAD ETMIŞTIR.”
(FETİH, 29)
Allahu Teala Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ı, ashabını (ra) ve ümmetini Tevrat ve İncil’de böyle tarif etmiştir. Onların manevî taraflarını tarif ederken rükû ve secdelerini anlatmış, üreticilik yani maddî yönlerini tarif ederken de “Ekin” örneğini vermiştir.
Allahu Teala’nın izniyle, Yahudilikte, Hristiyanlıkta ve İslam’da Allah’ı akletmek ve tasvir etmek (gözde canlandırmak, hayalde şekillendirmek) konusunu ve Allah’a yaraşır ve Subhaniyyetine uyar biçimde olması gereken imanı bu şekilde özetledik.
Allahu Teala en Yücedir ve en iyi Bilendir
Seyyid Magdy Dawoud